Nitrogen has a huge importance in terms of ensuring the development of roots and shoots in grass and giving plants resistance to diseases. Using the right fertilizer in appropriate doses in the maintenance and repair of football fields is one of the maintenance procedures that increase grass performance. This study was carried out on the football field grass established at Iğdır University Sehit Bulent Yurtseven Campus during the 2020 vegetation period in Iğdır conditions. The research aimed to determine the most suitable fertilizer type and dose for football fields. The experiment was designed with three replications according to the randomized blocks factorial trial design. In the application area, a grass mixture of Festuca arundinacea Jaguar 4G 30%, Festuca arundinacea Apache 20%, Festuca arundinacea Arid III 20%, Lolium perenne Belida 15% and Lolium perenne Esquire 15% was used. As nitrogenous fertilizer sources, 20-10-10 7SO3, 15-5-20 + 2 CaO + MgO, ammonium sulfate (21% N) and urea (46% N) fertilizers are 0, 2, 4, 6 and 8 g/m 2/ It was administered in monthly doses. In the study, the effects of nitrogen use in fertilization on grass plant height, quality, fresh grass amount, and leaf green tone and leaf texture were observed. As a result of the study, it was determined that the most ideal fertilizer type and dose were 6 and 8 g m-2 doses of urea and ammonium sulfate fertilizers.

In this study, a new spectrophotometric method was developed for the quantitative analysis of Carvedilol and the method was validated. The method depends on the reaction between the carvedilol and 1,2,5,8-tetrahydroxyanthraquinone in methanol to yield colored charge transfer complex giving maximum absorbance at 560 nm. For optimization of the proposed method, several parameters were investigated such as solvent type, reaction time, and quinalizarin concentration. The stoichiometry of colored charge transfer complex was found to be 2:1(reagent: drug) by Job’s method. Beer’s Law is obeyed in the concentration range of 0.5-60 µg/mL with 0.9986 correlation efficient. Limit of detection (LOD) and limit of quantifiqation (LOQ) were found 0.147 µg/mL, 0.491 µg/mL, respectively. The proposed method can be successfully applied pharmaceutical formulation.

Bu araştırma, Türkiye doğal orman gülü türlerinin (Rhododednron ponticum L., R. luteum Sweet, R. caucasicum Pallas, R. simirnovii Trautv ve R. ungernii Trautv) çeliklerinin köklenme oranları (%) üzerine farklı çelik alma dönemi, farklı IBA dozlarının ve köklendirme ortamlarının etkilerini belirlemek amacıyla yürütülmüştür. Ağustos ayının sonu, Ekim ayının ilk yarısı ve Kasım ayının ikinci yarısında alınan tepe çelikleri, İndol-3-Bütirik Asit (IBA)’in 0, 2000 ppm, 4000 ppm ve 8000 ppm dozlarına tabi tutularak alttan ısıtmalı tavalarda ve mistleme sulama altında köklendirme ortamlarına dikilmişlerdir. Köklendirme ortamı olarak asidik torf+perlit (3:1) ve perlit ortamı kullanılmıştır. Araştırma sonucunda yıllara göre değişmekle beraber en yüksek köklenme oranları R. ponticum, R. smirnovii ve R. ungernii türlerinde asidik torf+perlit (3:1) ortamında (sırasıyla % 75.83, %59.17 ve %25), R. luteum ve R. caucasicum türlerinde ise perlit ortamında (sırasıyla %64.17 ve %29.17) olduğu tespit edilmiştir. Orman gülü çeliklerinin köklenme seviyelerinin; türe, çelik alma dönemine, köklenme ortamına, kullanılan IBA dozuna ve yıllara bağlı olarak değişkenlik gösterdiği belirlenmiştir.

Günümüzde, gıdaların duyusal kalite ve fonksiyonel özelliklerini geliştirmek için yoğun bir şekilde çalışılmaktadır. Katı yağlar, yapısında yüksek oranda doymuş yağ asitleri içermesi nedeniyle sağlık açısından sorun oluşturabilmektedir ve bu nedenle gıdalarda katı yağ yerine kullanılabilecek ikame maddeleri geliştirilmektedir. Bu çalışmada, kraker yapımında katı yağ ikame maddesi olarak çörekotu yağı oleojeli (ÇOYO) kullanılmış olup, krakerin fiziksel, duyusal ve tekstürel özelliklerinde meydana gelen değişimler incelenmiştir. Kraker yapımında kullanılan shortening oranı % 0, % 50 ve % 100 olacak şekilde ÇOYO ile değiştirilerek, sırasıyla, Kontrol-kraker, % 50 ÇOYO-kraker ve %100 ÇOYO-kraker formülasyonları hazırlanmıştır. Kontrol-kraker, % 50 ÇOYO-kraker ve %100 ÇOYO-kraker örneklerinin nem değerleri sırası ile % 3.61, % 4.11 ve % 4.66 olarak bulunmuştur. En yüksek su aktivitesi değeri %100 ÇOYO-krakere (0,2315) ait olup bunu % 50 ÇOYO-kraker (0,1920) takip etmiştir. Bileşiminde ÇOYO bulunan krakerlerin L* değerlerinin azaldığı ve a* değerlerinin arttığı görülmüştür. En yüksek sertlik değeri (2396,90 g kuvvet) Kontrol-krakere ait iken en düşük sertlik değeri (1170,45 g kuvvet) %100 ÇOYO-krakere aittir (P

Microorganisms are not homogeneously distributed in environments, soil systems are heterogeneous. Soil can be an important evidence value in forensic investigations. It is among the important evidences that contribute to the solution of forensic events in forensic sciences. Bacteria contained in the soil are microbiological evidences. Not all bacteria can be cultured by conventional methods and the amount of cultured bacteria remains limited. Metagenomic studies have been carried out for non-culturable Bacteria. The aim of this study is to perform DNA isolation from soil samples taken from Yeşil Lake (swamp), Faculty of Arts and Sciences garden, agricultural land, Sıklık (forest area) regions of Çorum Province in Türkiye and to determine bacterial diversity by metagenomic analysis of DNA isolated from soil samples. Density and differences of isolates according to habitats were determined. It is thought that the result of this study can shed light on previous crime scene studies in the determined habitats and will contribute to possible future crime scene studies and forensic science that may occur later.

Anacamptis coriophora (Orchidaceae) is a highly endangered orchid in Türkiye due to its excessive collection and the continuing deterioration of its habitat. In this study, the cultivation conditions of A. coriophora were determined. A sterile soil mixture was filled into jars and the fungal isolate (previously isolated from A. coriophora roots), Ceratobasidiaceae MG762693 was inoculated in separate glass jars, producing fungal compost when hyphae were developed. This fungal compost was then filled into pots where A. coriophora seed packs (0.001 g) were placed and subsequently moistened with sterile liquid nutrient medium. After 45 days of germination, fifty seedlings of approximately equal size were transferred directly to a natural environment and after 6 months of development the measuring of the tubers was done. The phenological process was then monitored until flowering. After 45 days, germination and developmental stages rates were determined from the seed packs in the pots inoculated with the Ceratobasidiaceae MG762693 fungal isolate and 64.3% germination and 11.75% leaf-rooted seedlings (stage 4) occurred. Plants flowered in June the following year, and the seeds ripened in July. The largest tuber in adult individuals was about 3 times the weight of first-year tubers. Each individual formed 2 or 3 tubers, thus increasing the number of tubers approximately 2.5 times in 2 years. In this study, ex vitro symbiotic seedlings were planted in the natural environment and a small population was formed in a 2-year period. The results revealed that orchids can be grown on a large scale with this method, both economically and for conservation and reintroduction.

Coğrafi işaretler sadece bir ürünün kökenini belirtmekle kalmayıp aynı zamanda ürünün kalitesi, üretim yöntemleri ve kültürel bağlamı hakkında önemli bilgiler de sunmaktadır. Bu noktada, Türkiye'de coğrafi işaretlerin tescili ve yönetimi konusunda önemli bir role sahip olan Türkiye Odalar Borsalar Birliği (TOBB), ülkenin zengin kültürel ve doğal mirasının korunması ve ekonomik değerinin artırılması noktasında stratejik bir konumda bulunmaktadır. TOBB’un, Türkiye genelindeki odalar ve borsaların çatı kuruluşu olarak, coğrafi işaretlerin tanımlanması, tescili, korunması ve yönetimi gibi konularda çeşitli sorumluluklar üstlendiği görülmektedir. Bu çalışma üç ana bölümden oluşmuştur; ilk bölümde coğrafi işaretler kavramına dair kapsamlı bir literatür taraması yapılmış, ikinci bölümde, 1 Ocak 2024 tarihine kadar coğrafi işaret başvurusunda bulunan ve tescil alan kurum ve kuruluşlar genel bir bakış açısıyla incelenmiş ve TOBB’un bu süreçteki rolü detaylandırılmıştır. Son bölümde ise, TOBB bünyesinde coğrafi işaretli ürünlerin tanıtımını ve ekonomik değerini artıracak Coğrafi İşaretler Mağazası (CİM) adıyla bir yapı oluşturulması yönünde öneride bulunulmuştur.

Kent içi ulaşım sorunları gün geçtikçe artan hızla çözüm önerileri üretilmesi gereken önemli bir konudur. Bu hususta sürdürülebilir bir ulaşım çözüm önerisi politikası belirlemek şehirler için elzem olmuştur. Çünkü sürdürülebilir bir ağın oluşturulmaması ve buna paralel kent içi trafik sıkışıklığının etkisiyle araç içinde geçirilen süre, şehirlerde önemli ölçüde artmaktadır. Bu durum hem ekonomik hem de psikolojik açıdan olumsuz sonuçlara yol açmaktadır. Bu çalışma geleceğe yönelik ulaşım alanındaki sıkıntıları ortadan kaldırabilmek ve yenilikçi çözüm önerileri sunabilmeyi hedeflemektedir. Bu sebeplerden ötürü Diyarbakır il genelinde yapılan çalışmalarda kentin genel yapısına uygun, sürdürülebilir ve gelişmiş bir toplu taşıma sisteminin kurulması için kamu Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinden alınan veriler ile istatistiksel analizler yapılmış, sorunlar tespit edilmiş ve geleceğe yönelik tahminlerde bulunulmuştur. Çalışma neticesinde elde edilen bulgulara göre çözüm önerileri sunularak belirlenmesi gereken politikalar hakkında değerlendirmeler yapılmıştır.

Pamuk (Gossypium L.) dünya genelinde tekstil endüstrisi için en önemli doğal lif kaynağı ve aynı zamanda önemli bir yağ bitkisidir. Pamuk lifleri tekstil için ana kaynak olmakla birlikte lifi, tohumu ve bitkisi ev izolasyon materyali olarak enerji tasarrufunda, proteince zengin hayvan yemi, yağı gıda olarak insan beslenmesinde, bitkisi ise altlık ve biyomateryal olarak ta değişik kullanım alanlarına sahiptir. Pamukta ıslah çalışmaları genellikle verim ve lif kaliteleri yönünden seçkin genotipler arasında yapılan melezlemeler ve daha önce geliştirilmiş çeşitlerden seleksiyon çalışmalarına dayanmaktadır. Ancak pamuk ıslah programları, kültür çeşitlerinde dar olan genetik çeşitlilikten olumsuz yönde etkilenmektedir. Bu durum araştırıcıları türler-arası melezleme ile introgresyona teşvik etmiştir. Türler-arası melezlemelerde kompleks antagonistik ilişkiler, farklı ploidi seviyelerinden dolayı sitogenetik farklılıklarla translokasyonlar ve inversiyonlar, kromozom yapısal farklılıkları, linkaj etkisi ile arzu edilmeyen tarımsal özelliklerin varlığı, rekombinasyonun azlığı, erken generasyonlarda introgresyonun kaybolması, kısırlık, Muller-Dobzhansky kompleksi nedeni ile ölümcül epistatik interaksiyonlar ve Mendel açılımının oluşmaması gibi nedenlerden dolayı sorunlar yaşanmaktadır. Kromozom substitüsyon hatlarının kullanılması ile yukarıda sözü edilen türler-arası melezlemelerdeki olumsuzluklar ortadan kaldırılabilmektedir. Bu çalışmada 17 kromozom substitüsyon hattının tanımlanması için genik CAPS-SSR markırları kullanılmıştır. Toplamda 11 CAPS-SSR markırı ve 16 restriksiyon enzimi kullanılmıştır. Bu bağlamda 11 monomorfik olan SSR markırı CAPS-SSR yöntemi ile 9 polimorfik markır olarak tespit edilmiştir. Sonuç olarak CAPS-SSR markır yöntemi kullanılarak kromozom substitüsyon hatlarının kromozom lokasyonlarının tespit edilebileceği sonucuna varılmıştır.

Bir deprem ülkesi olan Türkiye’de 6 Şubat 2023 tarihinde Doğu Anadolu Fay Hattı’nda meydana gelen iki büyük deprem sonrasında 50,000’i aşkın insanımız hayatını kaybetmiş ve insanlar birçok sosyo-ekonomik problemler ile karşı karşıya kalmıştır. Kahramanmaraş’a bağlı Pazarcık ve Elbistan’da Mw 7.7 ve Mw 7.6 büyüklüklerde meydana gelen iki büyük deprem ülkemiz yüzölçümünün yaklaşık %14’üne, nüfusunun ise yaklaşık %16,4’üne tekabül edecek şekilde 11 ilimizi doğrudan etkilemiştir. 2022 yılı verilerine göre, depremden etkilenen bu illerde konut sayısı yaklaşık 5,6 milyon civarında olup, yarım milyondan fazla binanın ise hasar gördüğü belirlenmiştir. Meydana gelen bu depremler bu denli yüksek bir etki alanına sahip olması nedeniyle asrın felaketi olarak nitelendirilmiştir. Bu çalışmada, depremlerin en çok etkilediği illerden birisi olan Malatya’da gerçekleştirilen saha araştırmasından elde edilen bulguların sunulması amaçlanmıştır. Yapılan incelemeler sonucunda; yıkılan, hasar alan veya hasar alması olası görülen yapılarda gözlenen en temel sorunlar; zemin taşıma gücü düşük olan bölgelerde gerçekleştirilen inşa faaliyetleri, işçilik hataları, hatalı yapı tasarımları, bina yaşı, bitişik nizam imar planı (özellikle kat seviyelerinin farklı olması) ve oldukça düşük beton kalitesi olarak sıralanabilir.

Türkiye is an important producer, consumer and exporter in the poultry farming industry across the world. The poultry farming is one of the fastest growing sectors in the field of food and agriculture and has become one of the strongest sectors over time. Especially with the development of industrial sectors, the effective usage and management of energy, which is the most important issue of almost every business, has recently become an important structure in the building sector in Türkiye. This study examined optimum insulation layer thickness, energy savings, and emissions of CO2 for the exterior walls and roofs of poultry farming facilities. The study used the degree day method, which is widely used in standard insulation calculations, in accordance with broiler production. As the equilibrium temperature, the desired temperature values of broilers for each week in the 6-week period were taken as the basis (31, 29, 25, 23.50, 22.50, 20.50°C). Life cycle cost analysis (LCCA) was applied to identify the optimal values of insulation thickness in the facilities. Accordingly, the optimum insulation layer thickness, savings amount, and payback period for the walls and roofs ranged between 0.043-0.270 m and 0.022-0.094 m, 7.53-164.65 S/m2 and 12.85-319.62 S/m2, 1.19-2.19 years and 1.18-1.99 years, respectively. It has been calculated that a 70-80% reduction in CO2 emissions could be managed by applying the optimum insulation layer thickness.

This study investigates the aeroacoustic behaviors of a square truncated perforated diffuser under airflow, commonly used in Air Handling Units (AHUs). The design parameters are fundamentally taken into account to unveil the aeroacoustic performance of the diffuser. Initially, unsteady-state Computational Fluid Dynamics (CFD) simulations are conducted based on models that accurately represent the fluid domain of the chamber with the perforated diffuser in the ANSYS Fluent environment. Subsequently, the Ffowcs Williams and Hawkings (FW-H) method integrated into the software is employed to acquire time-dependent signals from microphones placed in three different locations within a perforated diffuser chamber. Finally, the results are converted to a frequency range of 0-1000 Hz using the Fast Fourier Transform (FFT) method, and the SPL values are obtained. The results show that the microphone location is crucially important to determine SPL and the porosity reduction from 0.55 to 0.35 can reduce SPL by approximately 30-40 dB. Variations in wall thickness of the diffuser fluctuated between 5-10 dB at each frequency value.

Solutions for an evaporator system involve equations that incorporate both mass and energy balances. Solving equations for a single-effect evaporator is simpler compared to those for multi-effect evaporator systems. However, due to the need for extensive analysis of diverse data from various sources, many prefer using simulation programs for convenience. These programs conduct calculations using their own data libraries, which contain thermodynamic and LLE-VLE data. To emulate the functionality of expensive simulation programs, an alternative interface was designed using Visual Basic for Applications (VBA) in MS Excel. In this study, we chose a single-effect evaporator system used for concentrating NaOH solution and solved its equations using a program created in VBA within MS Excel. Moreover, databases for saturated water and superheated steam data were developed within the MS Excel environment to facilitate the program. Ultimately, the program was employed to scrutinize the influence of selected parameters on other parameters, and the results were analyzed. This study serves as an illustration of how VBA in MS Excel can efficiently handle calculations pertaining to chemical engineering processes. By focusing on the single-effect evaporator, this study demonstrates how VBA in Excel can simplify and effectively conduct investigations into chemical engineering process calculations.

Proton exchange membrane fuel cells (PEMFCs) have great potential to produce renewable, sustainable and clean energy and reduce air pollutants to mitigate climate change. PEMFCs consist of distinct parts including anode and cathode bipolar plates having flow channels, gas diffusion layers, catalyst layers, and membrane. The flow channel geometry influences the flow and pressure drop characteristics of the channel and cell performance. In this work, a three-dimensional (3D) CFD model is built employing SOLIDWORKS and ANSYS Workbench. The innovative configurations are generated by changing the half of 0.2 x 0.2 mm square channel to 0.3 x 0.1 mm, 0.3 x 0.15 mm, 0.3 x 0.2 mm and 0.3 x 0.25 mm rectangular section at the top. The results showed that increasing rectangular section height significantly reduced pressure drop at the anode and cathode with a slight decrease in the current density at 0.4 and 0.6 V. The new configuration with 0.2 x 0.1 mm half square section at the bottom and 0.3 x 0.25 mm rectangular section at the top decreases the current density, anode and cathode pressure drop of 11%, 69% and 58%, respectively in comparison to 0.2 x 0.2 flow channel at 0.4 V. Taking into account pressure loss along the flow channels, this configuration is a good option to improve the cell performance.

This study employs the powerful generalized Kudryashov method to address the challenges posed by fractional differential equations in mathematical physics. The main objective is to obtain new exact solutions for three important equations: the (3+1)-dimensional time fractional Jimbo-Miwa equation, the (3+1)-dimensional time fractional modified KdV-Zakharov-Kuznetsov equation, and the (2+1)-dimensional time fractional Drinfeld-Sokolov-Satsuma-Hirota equation. The generalized Kudryashov method is highly versatile and effective in addressing nonlinear problems, making it a pivotal component in our research. Its adaptability makes it useful in diverse scientific disciplines. The method simplifies complex equations, improving our analytical capabilities and deepening our understanding of system dynamics. Additionally, we define fractional derivatives using the conformable fractional derivative framework, providing a strong foundation for our mathematical investigations. This paper examines the effectiveness of the generalized Kudryashov method in solving complex challenges presented by fractional differential equations and aims to provide guidance for future studies.

Türkiye has become one of the world's leading countries in the construction sector in the international arena. Today, the use of FIDIC and similar standard contracts is increasing in Turkish contractor companies. In parallel with this situation, it also becomes more common to prefer arbitration in the settlement of disputes in the international construction sector. In the literature, there is no actual publication about the knowledge level of technical staff on arbitration. By taking this deficiency into consideration, the purpose of this study is to measure the awareness of the groups working in the construction sector about the possibility of applying to arbitration as a result of the disputes that they encounter, by measuring the arbitration knowledge level of the technical staff. Accordingly, an empirical field work was conducted with a total of 100 (one hundred) technical staff working in the public and private sector transportation projects in Istanbul. The data collection tool that was used in the research is a questionnaire developed by the researchers and consisting of 25 questions. In the survey analysis, the data were analyzed with the SPSS 28 package program. In the study, a reliability test was conducted for each statement and the Mann-Whitney U test was used. As a result of the analysis, it has been determined that 84.4% of the participants do not follow up the actual developments in the field of arbitration in the world and in Türkiye, and do not have sufficient knowledge about arbitration. However, it has been determined that the arbitration knowledge level of the participants, who follow up the actual developments in the world and in Türkiye and have sufficient knowledge about arbitration, is high. In addition, it has been determined that 93.8% of the participants would like to participate an information training to be held on arbitration. To increase awareness about arbitration, it is necessary to introduce undergraduate-level arbitration courses for technical staff in engineering and architecture faculties at universities, and to organize periodic in-service training programs by the arbitration centers in our country.

The aim of the present study was to investigate brain volumes in pessimist and optimist participants. Therefore, in the present voxel-based morphometry research, it is investigated whether optimism has a corresponding counterpart in the structure of the brain. Thirty-two participants were screened via a publicly available dataset to test for this. The participants are divided into two groups: low optimists and high optimists, each with sixteen people. In comparison, a significant difference (P<0.05) was not found between the groups we created as a result of statistical calculations; however, statistically significant results (P<0.001) were obtained via a detailed VBM analysis in many brain regions, especially the thalamus, amygdala, left insula, superior frontal gyrus, and right cerebellum regions. These differences were identified and reported.

Süksinilaseton (SA, 4,6 diketoheptanoik asit), kalıtsal hepatorenal tirozinemi tip I hastalığı için birincil tanı metabolitidir. Bu çalışma ile süksinilasetonun amniyon sıvısında voltametrik tayinini amaçlanmıştır. Voltametri için optimum koşullar belirlenmiştir. Destek elektrolit için 0,10 mol/L potasyum klorür kullanılmıştır. Çalışmada, asılı civa damlası (HMDE) çalışma elektrotu olarak seçilirken, referans elektrot Ag/AgCl (3M KCI), karşıt elektrot Pt olarak kullanılmıştır. Kalibrasyon için kare dalga voltametri kullanılmış, bu yöntem amniyotik sıvıya uygulandığında, süksinilaseton ekstraksiyon işleminin, metil ester oluşturduğu tespit edilmiştir. Süksinilaseton metil esteri, yapısal olarak süksinilasetondan farklı olduğu için elektrokimyasal davranışı tekrar çalışılmıştır. Voltametrik inceleme, süksinilaseton metil esterinin iki elektron transferi ile indirgendiğini göstermiştir. Doğrusallık aralığı 5,83xE-05 – 3,25xE-06 mol/L derişimleri arasındadır. Tespit limiti (LOD) ve tayin limiti (LOQ) sırasıyla 2,72xE-07 mol/L ve 9,08xE-07 mol/L olarak hesaplanmıştır. Amniyotik sıvı içindeki süksinilaseton metil esteri kare dalga voltametri ile analiz edilmiştir. Geri alınabilirlik %88,1 bulunmuştur.

Construction, mining or tunneling projects in Türkiye are defined as workplaces in the very dangerous class due to their physical power needs. For this reason, metal ore mining, mining supporting service activities, sewage, external construction, special construction activities, construction and landscaping activities are the sectors where occupational accidents are most common. While determining the necessary materials or work equipment during the planning phase of the works in these sectors, making decisions by evaluating the effect of "occupational health and safety" will contribute to the reduction of accidents. This research consists of two parts. In the first part, accident frequency rates were calculated by using data related to metal ore mining, mining supporting service activities, sewerage, external structure, special construction activities, building and landscaping projects between 2012 and 2019. Thus, the relationship between occupational accidents experienced as of the adoption of the Occupational Health and Safety Law has been determined. In the second part, it is tried to gain a different perspective by adding occupational health and safety factor to the Analytical Hierarchy Process (AHP), which is one of the multi-criteria decision-making methods. As a result of the research, it has been determined that "occupational health and safety" criteria are given priority according to cost and engineering advantages in alternative product/material comparisons in mines or construction works.

This research primarily focuses on the mechanical properties of specimens produced using Polylactic Acid (PLA) through the Fused Deposition Modeling (FDM) technique, a method of 3D printing. Within the scope of this study, specimens were fabricated using various fill percentages and different infill patterns. The simultaneous effect of variable parameters on mechanical properties is a challenging task, and it is aimed to rank the importance of the parameters, model the process, and finally validate the models using tensile and bending experiments. The results show that samples with a Concentric pattern and 95% fill rate exhibited the highest tensile strength with an average of 48.67 MPa. In contrast, the Triangle pattern with 20% infill ratio showed the lowest tensile strength with an average of 14.15 MPa. When evaluating flexural strength values, the Concentric design with a 95% fill ratio stood out once again, recording an average peak value of 79.94 MPa. Meanwhile, the Honeycomb pattern at 20% infill ratio exhibited the lowest strength value measured with an average of 23.3 MPa. Scanning Electron Microscope images taken according to infill rates confirm each other with the voids formed and mechanical performance outputs. These findings underscore that the mechanical attributes of PLA specimens produced using 3D printing technology can significantly vary based on the chosen fill rate and pattern.

Yer seçimi birden çok faktörün ele alındığı karmaşık yapısı olan bir işlemdir. Bu çalışmanın amacı, uzaktan algılama (UA), coğrafi bilgi sistemleri (CBS) ve çok kriterli karar (ÇKK) metodu kullanılarak sera için uygun alanların belirlenmesidir. Çalışma alanı Türkiye’nin seracılık faaliyetlerinin yoğun olduğu bölge olması nedeniyle Antalya ili, Aksu ilçesi seçilmiştir. UA ve CBS veri toplama metotları ile on iki mevcut kriter (eğim, bakı, su, yola yakınlık, nüfus yoğunluğuna yakınlık, toprak özellikleri, nem, yağış, sıcaklık, güneşlenme şiddeti, güneşlenme radyasyonu ve rüzgâr şiddeti), uygun alan seçimini gerçekleştirmek için kullanılmıştır. Kriterlerin ağırlıkları, analitik hiyerarşi süreci (AHP) matrisi ile elde edilmiştir. Tutarlılık oranı (CR) ve tutarlılık endeksi(CI) sırasıyla 0,067 ve 0,099 olarak elde edilmiştir. Çalışma alanı içinde farklı yasal ve yönetmelikler gereği seçim dışında kalması gereken alanlar çalışma alanından maskeleme metodu ile dışarı çıkarılmıştır. Çalışma alanı uygun olmayan, az uygun, orta uygun, uygun, en uygun şeklinde beş sınıfa ayrılmıştır. Bu alanlar sırasıyla 136,51 ha, 751,61 ha, 155,04 ha, 216,41 ha, 411,71 ha’dır. Sera için en uygun alan, çalışma alanının %24.63’ünü kapsamaktadır. Çalışma metodu ile belirlenen sera yer seçimi ile yatırımcının altyapı, enerji ve pazar gibi zorunlu giderlerinin minimuma indirilmesi gerçekleştirilebilmektedir. Ayrıca yer belirleme için gerekli olan verilerin gelecekte güncellenebilir özelikte olması önerilen modelin gelecekte kullanılabilirliğini ve gelişebilirliğini artırmaktadır.

Fossil fuels are a crucial resource for the global economy, but they also contribute to greenhouse gas emissions and environmental pollution. Lignocellulosic biomass, which includes cellulose, hemicellulose, and lignin obtained from plants, is a promising alternative to fossil fuels. It can help address these problems while reducing environmental impact. Enzymatic pre-treatment is used to degrade lignocellulosic biomass into subunits. The degradation of the hemicellulose structure involves accessory enzymes of industrial importance, such as α-glucuronidase. α-glucuronidases (EC 3.2.1.139) catalyze the hydrolysis of the α-1,2-glycosidic bond between α-D-glucuronic acid (GlcA) or its 4-o-methyl ether form (MeGlcA) and d-xylose units in the structure of xylooligosaccharides. The aim of this study was cloning, heterologous expression and biochemical characterization of the α-glucuronidase enzyme from the thermophilic bacterium Geobacillus kaustophilus. With this aim, the codon optimized α-glucuronidase gene was cloned into pQE-30 vector, overexpressed in E. coli BL21 (DE3), and purified with nickel affinity chromatography. The biochemical characterization of the purified α-glucuronidase revealed that the enzyme has activity at elevated temperatures between 65-90 °C. Additionally, Geobacillus kaustophilus α-glucuronidase enzyme showed higher activity at acidic pH values from pH 4.0 to 6.5. This is the first study to report the gene cloning, recombinant expression and biochemical characterization of α-glucuronidase which could be used as accessory enzyme from a thermophilic bacterium Geobacillus kaustophilus.

Predicting the 3-D structure of a protein from its sequence based on a template protein structure is still one of the most exact modeling techniques present today. However, template-based modeling is heavily dependent on the selection of a single template structure and the sequence alignment between target and template. Mainly when the target and template sequence identity is low, the error from the alignment introduces larger errors to the model structure. An iterative method to correct such alignment mistakes is used in this study with a benchmark set from CASP in the extremely low sequence-identity regime. This is a protocol developed and tested before and it evaluates the alignment quality by building rough 3-D models for each alignment. Then by using a genetic algorithm it iteratively creates a new set of alignments. Since the method evaluates models, not sequence alignments, structural features are automatically incorporated into the alignment protocol. In the current study, models from structural alignment have been built by Modeller program to show the maximum possible quality of the model that can be obtained from that template structure with the iterative modeling protocol. Then the results and correctly aligned segments from the iterative modeling protocol are analyzed. Finally, it has been shown that if a good local fragment assessment scoring function is developed, the correctly aligned segments exist in the pool of alignments created by the protocol. Thus, the improvement of modeling in the low sequence identity regime is conceivable.

Tekstil endüstrisinde kullanılan boyalar ve boyar maddeler herhangi bir işlem görmeden sulara bırakıldıklarında toksik, kanserojen ve mutajenik etki göstererek çevre kirliliğine neden olmaktadır. Özellikle pigment boyar maddeler grubunda yer alan ve mikrobiyal bozunmaya karşı dirençli olan azo boyaların, tekstil kaynaklı atık sulardan bertarafı için biyoremediasyona dayalı çevre dostu yöntemler ilgi çekmektedir. Aktinobakteriler, doğada biyoremediasyon ve biyodegredasyon süreçlerine dahil olan ve organik madde ile karbon döngüsünde kilit rol oynayan bakterilerdir. Bu çalışmada, topraktan izole edilen Aktinobakteri izolatının 16S rRNA dizi analizleri ile tanımlanması ve Streptomyces sp. VYN22 olarak belirlenen bakterinin kullanılarak tekstil atıklarından azo boyaların boyar madde giderimi ile ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Bu izolatın 16S rRNA dizi analizlerine göre Streptomyces bobili tip türü ile %99,71 yakın akraba olduğu belirlenmiştir. Farklı pH’larda Colorsol Orange Deep tekstil boyası kullanılarak, Streptomyces sp. VYN22’ nin canlı, kuru ve liyofilize formlarının 0-10 saatlerdeki boyar madde giderimleri spektrofotometrik ölçümlerle incelenmiştir. Çalışma sonunda bu bakterilerin pH 4, 6 ve 10’da boyar madde gideriminde yüksek sonuçlar verdiği gözlemlenmiştir.

In data mining, in order to calculate descriptive statistics and other statistical model parameters correctly, outliers should be identified and excluded from the data set before starting data analysis. This paper studied and compared the performance of model-based, density-based, clustering-based, angle-based, and isolation-based outlier detection methods used in data mining. ROC and AUC curves were used to compare the performances of outlier detection methods. A data set with a standard normal distribution and fit a logistic regression was simulated. To compare the methods, the data was modified by randomly adding 30 outliers to the data set. The iForest algorithm was found to have higher predictive power than Mahalanobis, LOF, k-means, and ABOD. In addition, outliers were found in a real data set with the iForest algorithm and deleted from the data set. Then, the data sets with outliers and without outliers were compared. The results showed that the model without outliers has a higher predictive ability.

The anatomical, ecological and trichome micro-morphological features of two taxa (Marrubium amasiensis and Marrubium parviflorum subsp. parviflorum) belonging to the genus Marrubium were determined and these features were compared. M. amasiensis is endemic and is distributed only around Amasya in Türkiye. In anatomical examinations, cross sections were taken from the root, stem, petiole, leaves and surface sections were taken from stem, petiole, and the lower and upper surfaces of the leaves. When the anatomical findings were examined, multi-layered lamellar collenchyma layer was encountered at the corners of the stem. The studied taxa have equifacial leaves in terms of mesophyll structure. Stomata of M. amasiensis are anomocytic and rarely anisocytic type, while stomata of M. parviflorum subsp. parviflorum are anomocytic type. The margins of the adjacent cells of the stomata in both taxa are very undulate. Eglandular and glandular trichomes were seen on vegetative organs of the two taxa. The eglandular trichomes are stellate, dendroid, marrubioid and simple unicellular types, while glandular trichomes are capitate and peltate types. Dense stellate trichomes were found in the vegetative organs of the studied taxa. Since the head and stalk cell numbers of capitate trichomes showed variation, these trichomes were divided into subtypes. Three subtypes of capitate trichomes were found on the vegetative organs of M. parviflorum subsp. parviflorum, while four subtypes of capitate trichomes were found on the vegetative organs of M. amasiensis. Soil samples were taken during flowering periods of taxa, physical and chemical properties were determined. Some similarities and differences were detected in the anatomical, ecological and trichome micro-morphological features of the studied two taxa. It has been emphasized that these different features will be used as valuable taxonomic characters in distinguishing of the two taxa.

The radiative transfer equation is a mathematical equation that describes the changes in the number of photons within a specified volume of a medium over time, taking into account phenomena such as scattering, absorption, and re-emission resulting from photon interactions with the medium. In this study, the radiative transfer equation is considered for a finite slab which anisotropic scattering in a homogeneous medium. The equation solution is done by Legendre polynomials for linear anisotropic, pure quadratic and Rayleigh scattering types. The numerical results are displayed in the tables up to the 13th iteration of the Legendre polynomials. Tables are obtained using different scattering coefficients and single scattering albedo values. The results contain a wide range of data obtained from the method of solving the Legendre polynomial of the radiative transfer equation. Thus, with this study, the effect of different scattering types on the solution of the radiative transfer equation has been demonstrated.

Likopen, başta domates ve domates türevi gıdalar olmak üzere bazı sebze ve meyvelerde doğal olarak bulunan, karotenoidler grubuna ait kırmızı renkli bir pigmenttir. Likopen pigmenti, güçlü bir antioksidan ve pro-vitamin A aktivitesi göstermeyen bir karotenoid olarak kabul edilir. Likopen, spesifik biyolojik özelliklere katkıda bulunabilecek benzersiz yapısal ve kimyasal özelliklere sahiptir. Diyabet, kardiyovasküler hastalıklar, kanserler, cilt ve kemik rahatsızlıkları, nörolojik bozukluklar gibi çeşitli hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde likopenin çok çeşitli yararlı etkilere sahip olduğu bildirilmiştir. Deney hayvanlarında ve insanlarda likopenin biyoyararlanımı, dokularda dağılımı, metabolizması, atılımı ve biyolojik etkileri ile ilgili bilgiler literatürde birikmeye başlasa da bu konuda daha fazla araştırma yapılması gerekmektedir. Bu derleme, likopenin özellikleri, likopen kaynakları, alınımı ve biyoyararlanımı ile birlikte insan sağlığındaki olası rolü hakkındaki mevcut bilgi durumunu özetlemektedir.

The blood sample is one of the most essential pieces of evidence that helps criminal experts in the elucidation of the crime. However, cleaning the blood found at the crime scene after the crime is committed makes it difficult to detect the crime. Therefore, experts have attached great importance to research on blood samples left at the crime scene. Although many test kits are used, especially in detecting erased blood, the luminol kit is widely used at crime scenes. In the luminol kit, the reaction takes place with the addition of hydrogen peroxide (H2O2). Since it is known that hydrogen peroxide can react with other substances containing Fe (II) ions that may be present in the environment during the reaction, it was aimed to carry out research to determine which substances luminol interferes with, especially those that may be found in a domestic crime scene in this study. In domestic crime scenes, there are limited substances that can replicate the distinct, enduring luminescence characteristic of a reaction between luminol and genuine bloodstains, while the uncharacteristic glow produced from many other surfaces is likely to be recognised with the naked eye by a good expert, experienced and knowledgeable in the field. In this regard, the prepared samples were treated with luminol in a dark environment, and the reactions occurring in the first seconds were recorded. The results obtained with this reagent are recommended to be supported by other blood test reagents or confirmatory tests, as there are substances that give false positive results with luminol reagents in the present study.

Due to their many applications' benefits, adhesively bonded joints are widely utilized in nearly every industry, including space, marine, automotive, and aeronautics. Since unpredicted loadings may cause resonance in the structures, an accurate prediction of the bonded joints' dynamic characteristics is crucial. Therefore, in this study, modal analysis was performed on the two-, three-, four- and double-step adhesively bonded lap joints of Aluminum (Al), Copper (Cu), and Mild steel (Ms) materials with Epoxy Araldite adhesive. Ansys commercial program was utilized to analyze it numerically. The results showed that modeling the bonding region of single lap joints as two-, three-, and four-step adhesively bonded lap joints has no significant effect on the natural frequencies. This modeling has a minor incremental effect on the natural frequencies. However, Double-step lap joints were found to cause a considerable reduction in natural frequencies compared to not only single lap joints but also two-, three-, and four-step adhesively bonded lap joints. Double-step bonding caused a decrease of 8.82%, 8.57%, and 8.73% for Al-Al, Cu-Cu, and Ms-Ms. In general, in all models, the best increase or decrease in terms of natural frequencies was found to be Cu-Cu adhesively lap joints.

The aim of this study is to examine the effect of replacing waste aluminum sawdust (AS) with fine aggregate on the strength and durability properties of concrete. For this, concrete mixtures with a cement dosage of 400 kg/m3, water/cement (W/C) ratio of 0.40-0.50-0.60 were prepared. Aluminum sawdust obtained from Elazığ industrial site was added to the concrete mixtures by replacing 0%, 0.5% and 1% fine aggregate by volume. After curing in the curing pool for 28 days, the produced concrete samples were placed in the carbonation tank and exposed to the accelerated carbonation test in three different time periods as the 1st, 3rd and 7th days. Tests of compressive strength, splitting tensile strength, ultrasound transmission velocity, porosity and carbonation depth were performed on concrete samples before and after carbonation. The samples that were exposed to carbonation were compared with the samples that did not undergo carbonation. In addition, the microstructure of AS concrete was investigated using scanning electron microscopic images (SEM). In the microscopic images, larger cracks, openings and interfacial voids were observed in the concrete matrix with the addition of AS. However, due to the formation of ettringite in these gaps and cracks after carbonation, the cavities became smaller. As a result of the experiments, it was observed that the optimum W/C ratio was 40% and the AS amount was 0.5% in the use of AS in concrete. In addition, it was found that the carbonation effect improves the compressive and splitting tensile strength and increases the ultrasound transmission rate. Finally, life cycle assessment (LCA) was conducted to evaluate the environmental impacts of the prepared concrete samples. Considering the large amount of natural aggregate consumption, it is thought that the use of waste materials in concrete will provide environmental and economic benefits.

Blasting applications are frequently used during the construction of engineering structures. In our country, damage assessment criteria created by reference to the Report of Investigations RI 8507 prepared by the United States Bureau of Mines (USBM) are used to control the impact of blast vibrations on existing structures or structures under construction. In this study, the structures in the database of that report of investigation and the points on which the damage criteria are based are examined. Moreover, in the light of the other studies carried out by different researchers about the blast damage criteria in engineering structures, the requirement of reevaluation of USBM damage criteria for reinforced concrete buildings, tunnels, pipelines and other engineering structures has been revealed.

In this study, a PI-PD controller was designed via weighted geometric center method (WGC) for a quarter vehicle model to suppress the vertical vibrations. The proposed design is based on finding the weighted geometric center of the area formed by the control parameters that make the system stable. The WGC method has two main stages. First, an area formed by the parameters of the PD controller (kf, kd) in the inner loop is obtained and the weighted geometric center of this area is calculated. Then, using these obtained parameters, the inner loop is reduced to a single block, and the parameters of the PI controller in the external loop (kp, ki) are calculated using the stability boundary curve as in the first step, and the weighted geometric center is calculated. The simulation results show that the PI-PD controller designed with the weighted geometric center method offers successful responses for the time delay quarter vehicle system.

This paper presents a method for improving the performance of DC-DC Buck Converter Systems using voltage mode Pulse Width Modulation (PWM) control. We explore the effectiveness of Proportional-Integral (PI) and Lead Compensator controllers in enhancing system stability, minimizing voltage fluctuations, and improving load response. The system is modeled through transfer functions, and the controllers' impacts are analyzed both individually and in tandem. A key contribution of this work is the optimization of the PI-Lead Compensator parameters utilizing the Simulated Annealing Algorithm, which is fine-tuned to improve phase margin, gain crossover frequency, and steady state error. These parameters are critical for optimizing the system’s output performance. Through MATLAB simulations, we demonstrate the iterative process of parameter optimization and validate the algorithm's efficacy in managing the DC-DC Buck Converter. The results highlight the enhanced performance achieved with the optimized parameters, providing a viable solution for effective control of DC-DC Buck Converter Systems.

Cities resembling living organisms are dynamic places that constantly change, either positively or negatively. Urban transformation is a multifaceted process with economic, social, and cultural impacts, and it should trigger socio-economic change and transformation in a positive direction. This interaction between the city and urban transformation has also been integrated with relevant laws regulating the transformation. Urban transformation, which is a complex process in itself, draws from various related processes that have been ongoing since the past. The aim of the study is to examine the factors that play a role in the change and transformation of cities, their historical development, and legal regulations by analyzing the subject through two urban transformation examples in Ankara. In this context, Altındağ, which is the first region where gecekondu settlements began in Türkiye and the North Ankara Entrance Urban Transformation Projects, which marked the first urban transformation initiated by a law, were examined.

Mikro organizmaların hareketi gerek biyolojik davranışlarını anlamada gerekse mikro robot dizaynında önem taşımaktadır. Mikro yüzücü çoğu zaman durağan akışkanda oldukça düşük hızlarda kıvranma hareketi ile yer değiştirmektedir, bu da düşük Reynolds sayısından dolayı viskozitenin domine ettiği bir akıştır. Kıvranma hareketi yüzücünün sürüklenme kuvvetlerinin etkisini farklılaştırmaktadır. İleri, geri ve nötral moddaki hareketler için zamana bağlı periyodik kıvranma hareketi ANSYS® yazılımı ile modellenmiştir. Sonuçlar durağan duruma erişildikten sonraki tam bir periyod için akış çizgileri, hız vektörü eş eğrileri ve yüzücü çeperindeki duvar kesme kuvveti, girdaplılık ve sürükleme katsayısı değişimi olarak sunulmuştur. Kıvranan yüzücünün yüzme verimliliğinin hem Reynolds sayısına hem de yüzücü moduna bağlı olduğu gösterilmiştir.

In this study, the rheological properties of shear thickening fluid, which are generally used as single solid phase in the literature, were investigated by chemical material reinforcement. Considering that the unique shear thickening effect of STF is used in many areas such as increasing the impact resistance of fabrics and energy dissipation, this study aims to provide guidance for investigating what STFs can do with chemical bonds as well as physical bonding.Methylene diphenyl diisocyanate (MDI) was used in varying proportions for chemical reinforcement. When the rheological properties of the suspensions reinforced with MDI as a chemical additive were evaluated, the initial viscosity values increased as the MDI ratio increased, while the solidification behavior under shear was observed significantly in the sample with 2.5% MDI ratio with increasing shear ratio.

Nutritional information on menus can assist customers in making healthier eating choices. One technique being utilized to tackle the rise of overweight and obesity is the use of nutritional information on menus. Menu engineering strategies can be used to improve sales of generally healthier and higher margin items. For today's food and beverage companies, menu engineering has become essential. Companies must continually evaluate their menus in order to keep up with changing customer demands and the conditions of the competitive market. Menu engineering's core involves comparing the effectiveness of each menu. At this point, correct decision-making under numerous factors is thought to be a very challenging procedure. To evaluate alternatives according to many features, several Multi-Criteria Decision-Making (MCDM) approaches have been created. The main novelty of this paper is that four MCDM methods, including Technique for Order Preference by Similarity to an Ideal Solution (TOPSIS), Fuzzy TOPSIS, VlseKriterijumska Optimizacija I Kompromisno Resenje (VIKOR), and Fuzzy VIKOR, are employed to evaluate menu options. Comparative analysis of MCDM methods is another contribution of this study. The process of evaluating and selecting healthier menu alternatives can become challenging and time-consuming. This study pointed out how crucial it is to conduct comparative analysis using various MCDA methods and to carefully determine the right ones when addressing the issue of selecting the best menu, taking into account the values of the criterion in fuzzy numbers.

Magnesium is one of the metals listed in European Union’s critical raw materials list. Primary production of magnesium is a high energy demanding process which raised the necessity of recycling the magnesium alloys in an efficient way. Remelting those scraps under a salt flux consist of chlorides (NaCl, KCl, and MgCl2) and fluorides (CaF2) are a common process however, different alloys might behave differently when it comes to salt-metal-metal oxide interactions. Furthermore, the condition of the salt flux such as dry-mixed or pre-melted (fused) affects the coagulation and metal yield. This work presents results on the effect of CaF2 concentration and pre-melting the salt flux on metal yield during remelting of chips. A yield up to 75% was observed in the case of remelting of chips under a fused salt flux with 5.5% CaF2 concentration.

Katılım hisse senedi şemsiye fonları, İslami finans ilkeleri çerçevesinde filtrelenmiş hisse senetlerine yatırım imkânı sağlayan bir yatırım alternatifidir. Olabilirlik teorisi karar vermede önemli bir araçtır. Bu çalışmada katılım hisse senedi şemsiye fonlarının karşılaştırılması gibi problemler için olabilirlik teorisine dayanan yeni bir çok kriterli karar verme (ÇKKV) yaklaşımı önerilmiştir. Bu yaklaşım Olabilirlik Değerlendirme Sistemi (PES) olarak adlandırılmıştır. PES, temel ÇKKV yöntemlerinden olan maksimin kuralı, ağırlıklı toplam yöntemi ve maksimaks kuralı ile ilişkilidir. Alternatiflerin öncelik vektörü PES ile tek olarak elde edilmektedir. Başka bir deyişle portföy seçimi problemi gibi çok amaçlı karar verme problemleri için tek bir çözüm vermektedir. PES, çok nitelikli karar verme problemleri için en yüksek önceliğe sahip alternatifin seçilmesine dayanmaktadır. PES, 31.07.2020 ve 30.12.2022 arasında Türkiye’de işlem gören beş farklı katılım hisse senedi şemsiye fonunun gerçek veri seti kullanılarak tanıtılmıştır. Yapılan uygulamada, PES’in bu temel yöntemlerden daha fazla bilgi ortaya koyduğu gözlemlenmiştir.

Recep Tayyip Erdogan University Zihni Derin Campus, situated at the Eastern Black Sea Region of Turkey, in the province of Rize, was established on a land area of approximately 3.254.430.28 m². It was found that tea, which was thought to be affected by radiation after the nuclear accident at the Chernobyl Nuclear Power Plant, was buried in sacks in this area, which was used as a tea factory before. Therefore, it is crucial to determine the radiation levels in the campus area. In this study, the quantities of artificial (137Cs), and natural (226Ra, 232Th, and 40K) radionuclides, were assessed using a high purity germanium detector (HPGe) in 15 soil samples collected from the Zihni Derin Campus of Recep Tayyip Erdogan University in Rize. For 226Ra, 232Th, 40K and 137Cs the activity values of soil samples varied from 43.78 to 62.58, 29.85 to 41.61, 132.48 to 346.44 and 3.90 to 202.94 Bq kg-1, respectively. Upon comparison with the average global values provided by the UNSCEAR (2000), it was observed that the mean activity values for 226Ra and 232Th in the soil samples were higher. Conversely, the average activity concentrations for 40K and 137Cs were found to be lower than the world average values reported by UNSCEAR (2000). Furthermore, radiological hazard indexes were calculated and compared with internationally acceptable values. This research demonstrates that there are no health concerns for individuals exposed to the soil samples in the study area.

Derin çekme prosesi, metal levha şekillendirme endüstrisinde en çok tercih edilen proseslerden bir tanesidir. Özellikle seri üretim söz konusu olduğunda kap formundaki iş parçalarının düşük maliyetlerle üretilmesi mümkündür. Ancak, aynı durum seri üretim dışında farkı boyutlara sahip ürünlerin imal edilmesi esnasında geçerli olmayıp, kalıp yapım maliyetlerinden kaynaklı olarak prosesin ekonomikliğini büyük ölçüde kaybetmesiyle sonuçlanmaktadır. Bu dezavantajı gidermek amacıyla daha yeni yaklaşımların ve metotların geliştirilmesi gerekmektedir. Çok noktalı derin çekme prosesi standart kalıp elemanları yerine yüksekliği ayarlanabilir pimler kullanılması vasıtasıyla farklı boyutlarda veya yüksekliklerde derin çekme işleminin yapılmasına müsaade eden bir yöntemdir. Ancak prosesin bir özelliği olan pim kullanımının etkilerinin araştırılması da önemlidir. Bu çalışmada 87 mm uzunluğunda, 12 mm çapa sahip pimlerden oluşan çok noktalı derin çekme kalıbında farklı pim uç radyuslarının (1 mm, 3 mm, 6 mm) proses üzerine olan etkileri araştırılmıştır. Bu amaçla ilk önce 6 mm radyusa sahip pimlerden oluşan bir kalıp seti imal edilmiş ve 0,75 mm kalınlığa sahip AISI Al 3003 HX6 alüminyum alaşım üzerinde deneyler gerçekleştirilmiştir. Daha sonra aynı koşullar altında sonlu elemanlar yöntemi kullanılarak yapılan simülasyonlar sonucunda elde edilen değerler ve deneylerden elde edilen değerler karşılaştırılmıştır. Bulgular arasındaki tutarlılık sağlandıktan sonra çalışmanın 1 mm ve 3 mm radyusa sahip pimlerin etkisinin incelenmesini içeren aşamaları sonlu elemanlar yöntemi ile simüle edilerek, analizler gerçekleştirilmiştir. Sonuç olarak pim uç radyuslarının değerlerinin azaldıkça, iş parçası ile temas eden yüzeyin artmasına bağlı olarak gerekli yük değerinin arttığı ve iş parçasının daha düşük bir çekme derinliğinde yırtıldığı saptanmıştır. En iyi sonuçların 6 mm radyusa sahip pim kullanılması durumunda elde edildiği görülmüştür.

Orman işletmelerinde sürekli ve rasyonel bir çalışma gerçekleştirebilmek için ağaçların odun hacim ve artım miktarının periyodik olarak belirlenmesi önemlidir. Ağaçlardan elde edilecek materyallerin farklı kullanım amaçları için ağaçların odun hacimlerini belirlemede ağaç gövde çapının hassas bir şekilde ölçülmesi gerekmektedir. Ağaç gövde çapları çoğunlukla manuel olarak kumpaslarla ölçülmektedir. Bu işlem sürecinde bir orman işçisi kumpasla ağacın gövde çapını ölçmekte ve başka bir işçi ise bu ölçüm bilgisini dikili ağaç ölçüm tutanağına kaydetmekte ve daha sonra analiz için bu veriler bilgisayar ortamına aktarılmaktadır. Tüm bu süreçler zaman, iş gücü ve ölçüm hataları gibi sorunları da beraberinde getirmektedir. Bu çalışmada, ağaç gövde çaplarını ölçebilmek amacıyla derinlik bilgisi içeren bir kamera, tek kart bilgisayar ve diğer çevre birimlerden oluşan düşük maliyetli taşınabilir bir ölçüm sisteminin tasarımı ortaya konmuş ve ön testleri gerçekleştirmek amacıyla deneysel bir sistem oluşturulmuştur. Hedef plan doğrultusunda oluşturulan görüntüleme sistemi ile bazı ön testler gerçekleştirilmiştir. Derinlik bilgisi içeren görüntülerde, hedeflenen bir ağaç gövdesinin dış aydınlatma ortamından etkilenmeksizin ön plana çıkarabiliyor olması, ağaç gövde çapının hassas bir şekilde belirlenmesini sağlamaktadır. Kamera sensörü-ağaç gövdesi arası mesafe belirli bir sınır değer içerisinde (20-100cm) olması koşuluyla 15 farklı ölçüm gerçekleştirilmiş ve manuel kumpas ölçümüne göre ağaç gövde çapları maksimum 1.975 cm hata değeri ile belirlenmiştir.

In this study, numerical analysis of scattering from a dielectric-coated metallic reflector is presented. The reflector has a parabolic cross-sectional cylindrical geometry. Radiation patterns and aperture efficiency parameters are analyzed using physical optics. A complex source point located at the focal point of the parabolic reflector is used as the source of radiation. The dielectric-coated metallic reflector is considered as an antenna, and an impedance boundary is utilized. The effects of coating on radiation patterns are analyzed in terms of dielectric thickness and dielectric permittivity. Numerical results are presented for various parameters, including dielectric permittivity, dielectric layer thickness, complex source point width, and focal distance.

Legume wastes, pinto bean peel (PBP) and pea shell (PS), were hydrothermally carbonized in subcritical water at various temperatures (200-240 °C) with the aim of obtaining a solid fuel, hydrochar. Fuel characteristics and chemical properties of hydrochars were determined by standard fuel analysis methods. Hydrochar yield decreased sharply with the increase of temperature due to the enhanced degradation of legume wastes. The weight percent of initial carbon in the legume wastes retained in the obtained hydrochars was lower than those in the literature due to the low hydrochar yields. The effect of temperature on carbon content and hence higher heating value (HHV) of hydrochar became noticable at 240°C. As a result of this effect, bituminous coal-like and lignite-like hydrochars with HHV of 31.2 and 28.1 MJ.kg-1were obtained from PBP and PS, respectively. Hydrochars obtained at 220 °C were chemically activated with ZnCl2 to produce activated carbons (PBP-AHC and PS-AHC). The activated carbons were characterized by elemental analysis, FTIR spectroscopy, BET surface area analysis and Scanning Electron Microscopy (SEM). BET surface area, total pore volume, and mesopore volume of PS-HC were determined as 1205 m2. g-1, 0.686 m3. g-1 and 0.144 m3. g-1, respectively. PBP-AHC was found to have higher BET surface area (1350 m2. g-1), total pore volume (0.723 m3. g-1), and mesopore volume (0.249 m3. g-1) than PS-AHC. Activated carbons were tested as adsorbent for removal of amoxicillin (AMX) from aqueous solutions with the batch adsorption studies carried out at different initial concentrations, adsorbent dosage, and contact time. The compatibility of the adsorption data with the Langmuir and Freundlich isotherm models was checked to determine the adsorption capacity of activated carbons. The maximum Langmuir adsorption capacity (Qmax) was calculated as 188.7 and 70.9 mg. g-1 for PBP-AHC and PS-AHC, respectively. Adsorption kinetic analysis revealed that AMX adsorption on PBP-AHC and PS-AHC best fits with the pseudo-second order kinetic model. AMX adsorption was found to be faster on PBP-AHC than PS-AHC due to its higher surface area and more mesoporous character. ZnCl2 activation of PBP-derived hydrochar produced a potential adsorbent for amoxicillin removal.

Bulut bilişim, günümüzdeki en önemli teknolojik gelişim ve dönüşümlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu teknolojinin gelişmesi ile veri tabanı servislerinin, sunucu ve depolama hizmetlerinin yönetimi ve kullanımı kolaylaşmış ve daha düşük maliyetler ile gerçekleştirilebilir bir hale gelmiştir. Son kullanıcılardan büyük ölçekli işletmelere kadar geniş bir kullanıcı kitlesine sahip olan bulut bilişimin popülerleşmesi bulut güvenliği kaygılarını da beraberinde getirmektedir. Farklı bulut servislerinin farklı hizmet katmanlarını karşılaması, atak yüzeylerinin geleneksel yöntemlerden çok daha fazla olması gibi sebepler, bulut güvenliğinin yönetimini zorlaştırmaktadır. Bulut servislerinin yönetimini ve bulut güvenliğini sağlamak amacı ile, bulut hizmetleri kullanıcılarının ve bulut sağlayıcılarının hizmetlerin güvenlik, kullanılabilirlik, yanıt verme düzeyleri gibi kritik özellikleri garanti eden Hizmet Düzeyi Sözleşmeleri (Service Level Agreements, SLAs) bulunur. Bu sözleşmelere uyumluluk ve sözleşme ihlallerin kontrolü üzerine bulut servisleri ve bulut güvenliği için geliştirilen ontoloji yapısı, bulut servisleri ve bulut güvenliği kavramlarının arasındaki ilişkileri tanımlamaktadır. Bu ontolojik tanımlama, SLA’ların daha iyi anlaşılmasını, yönetilmesini ve sürekli kontrol için otomasyonunu sağlamaktadır. Bu çalışmada, bulut servisleri ve bulut güvenliği kapsamında geliştirilen SLA ontolojileri üzerine kapsamlı bir araştırma ve inceleme sunulmaktadır. Gerçekleştirilen çalışma sonucunda, alandaki mevcut durum ve yaklaşımlar incelenerek kullanılan teknolojiler ve gelecek çalışmalara yönelik fırsatlar değerlendirilmektedir.

Çok hücreli bir bitkinin yapısal değişimi ve fonksiyonu, organizmayı oluşturan hücreler arasındaki ilişkiye bağlıdır. Yüksek bitkilerde morfogenez, büyüme, metabolizmanın koordinasyonu ve düzenlenmesi, bitkinin bir kısmından diğer kısmına taşınan sinyal molekülleri ile sağlanmaktadır. Bitkiler, çeşitli sinyal molekülleri tarafından büyük ölçüde düzenlenen fizyolojik ve gelişimsel değişiklikler yoluyla çevresel tepkilere yanıt verir. Bu moleküller bitki büyüme düzenleyicileridir. Bitki büyüme düzenleyicileri, organizmalarda doğal olarak sentezlenen, büyüme ile buna bağlı diğer fizyolojik faaliyetleri kontrol eden ve sentezlendiği yerden diğer kısımlara taşınıp, etkinliğini orada ve çok düşük konsantrasyonlarda gösteren organik maddelerdir. Yapılan çalışmalarla bitkilerde belirli işlevleri gerçekleştiren ve birbirleri ile etkileşim halinde olan birçok bitki büyüme düzenleyicileri belirlenmiştir. Strigolaktonlar da bitki yapısının kontrolünde önemli sinyaller olarak ortaya çıkan bitki büyüme düzenleyicilerinin yeni bir sınıfıdır. Strigolaktonlar, Orobanchaceae familyası türlerinde, tohum çimlenmesini uyarabilme yeteneğine sahipken, diğer birçok familyada da nodülasyonu arttırdığı düşünülmektedir. Nitekim, strigolaktonların moleküler yapısı, strigolaktonların görevleri, strigolaktonların bitki tarafından üretilmesi ve strigolaktonların diğer hormonlarla etkileşimleri konuları bu hormon grubunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

The log-logistic distribution has been widely used in several fields, including engineering, survival analysis, and economics. The method of maximum likelihood estimation is used in this study for estimating the shape and scale parameters for the log-logistic distribution, whereas in the case of the log-logistic distribution, likelihood equations lack explicit solutions. Therefore, problems with solving likelihood equations can be solved by using two highly efficient algorithms, which are the whale optimization algorithm and the Nelder-Mead algorithm, as well as by showing the applicability of this distribution by comparing it with other well-known classical distributions. To demonstrate the performance of each algorithm implemented, an extensive Monte Carlo simulation study has been conducted. The performance of maximum likelihood estimators for each algorithm has been evaluated in terms of mean square error and deficiency criteria. It has been seen that the whale optimization algorithm provides the best estimates for the log-logistic distribution parameters according to the simulation data.

Contour plotting, a widely utilized graphical technique for visualizing CFD (Computational Fluid Dynamics) outcomes, is highly valuable. It provides an effective and practical approach to analysing distributions of magnitudes belonging to fluid domains such as; velocity, temperature, pressure, volume fraction, etc. Nevertheless, when analysing multiple contours, especially showing similar distribution, identifying the ideal contour can be difficult and open to speculation. In this research, the issue was addressed by employing the Image Analysis Method for the classification of velocity distribution contours. This led to determining which picture has the best distribution among a few of the contour’s pictures. Firstly, velocity distribution contours downstream of the diffuser located in Air Handling Unit (AHU) unit were obtained by using CFD. The contour pictures were then transferred to MATLAB environment. With pixel analysis in MATLAB, the pictures were able to be classified based on which parameters had an effect on the velocity distribution. Variable parameters are the length of the fan channel (x) and the ratio of cross-sectional areas of the AHU (A/Ao). The results showed that x=250 mm and A/Ao=0.5 improved velocity distributions by 6% and 20%, respectively.

Lahanagil sebze türleri kışlık sebzeler içerisinde önemli bir yere sahiptir. Olumsuz çevre koşulları bu sebze türlerinde büyüme ve gelişmeyi olumsuz düzeyde etkileyebilmekte ve verim unsurlarında önemli azalışlara neden olmaktadır. Bu araştırmada, bazı lahanagil türlerine ait çeşitlerde fide dikiminden itibaren belirli aralıklarla yapılan kantitatif analizlerle vejetatif büyüme özellikleri yönünden karşılaştırılması ve ortaya çıkan farklılıkların fizyolojik parametrelerle incelenmesi amaçlanmıştır. Çalışmada, brokoli, karnabahar, Brüksel lahana, yaprak lahana, beyaz baş lahana ve kırmızı baş lahana türleri kullanılmıştır. Fide dikim tarihini takiben 45. güne kadar 15 gün aralıklı yapılan kantitatif analizlerde yaprak sayısı (adet/bitki), gövde çapı (mm), bitki boyu (cm), toprak üstü aksam yaş ve kuru ağırlığı (g), kök yaş ve kuru ağırlığı (g), bitki yaş ağırlık kuru ağırlığı (g) değerleri belirlenmiştir. Ayrıca, oransal toprak üstü aksam ağırlığı ve oransal kök ağırlığı değerleri de incelenmiştir. Araştırma sonucunda fide dikiminden itibaren 45. günde yapılan kantitatif analiz sonucunda lahanagil türlerinin vejetatif büyüme özellikleri yönünden önemli düzeyde farklılıklar gösterdiği tespit edilmiştir. Lahana grubu sebze türlerinde yaprak sayısı 11-14 adet/bitki arasında değişim göstermiş ve baş lahanaların yaprak sayısının diğer türlere oranla daha fazla olduğu belirlenmiştir. Bitki boyu değerleri 36 - 47 cm aralıklarında dağılım göstermiş ve en yüksek brokoli türünde ölçülmüştür. Toprak üstü aksamı kuru ağırlık değeri 7.31-10.31 g arasında değişim göstermiştir. Araştırmada kök kuru ağırlık değerleri 0.80-1.73 g değerleri arasında dağılış göstermiş ve en yüksek kök kuru ağırlık değerleri sırasıyla yaprak lahana ve Brüksel lahanasında tespit edilmiştir. Oransal kök ağırlığının 0.09-0.14 arasında değiştiği saptanmıştır. Araştırma sonuçlarının, simülasyon çalışmaları ile gelecekte diğer farklı kışlık çeşitlerde kullanımı ve üretim planlanmasında faydalı olacağı öngörülmektedir.

Haze which can be created by natural or synthetic factors, degrades the visual quality and human sight distance. Visible objects become invisible or scarcely visible. The physics of the degrading function due to haze has been modelled by Atmospheric Light Scattering (ALS) Model. Therefore, from a single hazy image, by using proper methods, it is possible to recover the original scene. In dehazing methods, which solve the ALS function, there are basically two steps: First one is the estimation of the air light present at the time of the image capturing and the second one is the estimation of transmission of the corresponding scene. One of the most effective method which is used for air light estimation is QuadTree decomposition. For this method, tests show that the most amount of the dehazing time is consumed to estimate the air light. For the case of High Definition (HD) imagery, the estimation of air light consumes huge time. Therefore, it cannot be possible to achieve a real-time or near real-time dehazing on traditional hardware. In this study, a novel convolutional neural network model is developed to estimate the air light directly from the hazy image quickly. The estimated air light then is used with Atmospheric Light Scattering model to handle the recovered image. Results show that the time cost is reduced by 56.0% and 65% for image resolutions of (640x480) and (1920x1080) compared to the QuadTree Decomposition method used in ALS based dehazing methods, without losing the visual quality of the dehazed image.

The monkey goby, Neogobius fluviatilis (Pallas, 1814) that distributed in Türkiye was studied cytogenetically for the first time. In this context, diploid chromosome number, chromosome morphology and also chromosomal banding properties (C-banding and Ag-NOR staining) of N. fluviatilis were revealed out. Chromosome slides were prepared from head kidney cells according to the air-drying technique. Chromosome slides were observed under the microscope and metaphases were photographed. The chromosomes were measured by digital caliper and karyotype was arranged manually. The diploid chromosome number was found as 46. Karyotype was composed with all uniarmed chromosomes. Fundamental arm number was calculated as 46 too. No heteromorphic sex chromosomes were determined in the karyotype. C-bands were detected on the pericentromeres of almost all chromosomes. Otherwise, two Ag-NORs were found in the silver-stained metaphases. This study revealed out chromosomal properties of N. fluviatilis from Türkiye with conventional cytogenetic techniques. This report may improve the cytogenetic data of the genus Neogobius.

Parametric design allows the use of computers and systems that can make decisions beyond human capacity, such as machine learning, through optimization in design and manufacturing. From this point of view, it is aimed to shape and manufacture the design by minimizing the subjective decisions of the designers by using various algorithmic methods and structural optimization to provide ergonomics in a furniture design. As the subject of the study, a meeting table for 8 people was discussed. In the process, 'artificial intelligence supported inspiration board', 'parametric design', 'human-computer interaction and sensors', 'topology optimization', 'observation in augmented reality' and 'computer-aided manufacturing' techniques were used sequentially. After the assembly was completed, the product obtained was finally evaluated in terms of structure-function relationship.

Understanding genetic relationships and diversity among species is crucial for unraveling evolutionary processes, ecological interactions, and conservation strategies. DNA sequence analysis serves as a powerful tool in this endeavor. This study focuses on the Thymus genus, a collection of notable species, to investigate its genetic framework. Leveraging DNA sequences from key regions (matK, rbcL, and psbA-trnH), we aim to elucidate genetic connections within the Thymus genus and uncover mechanisms driving its diversity. The Thymus genus, with its diverse species and ecological characteristics, provides a captivating platform for genetic exploration. Through DNA sequence analysis, we aim to unveil genetic interconnections, biodiversity patterns, and the factors shaping the genus's evolution. Our findings are aligned with previous studies, and this consistency highlights the presence of polymorphism within potential sequences. Employing coding loci and spacer regions, our study contributes to Lamiaceae family barcoding research. Despite variations across gene regions, the concatenation of sequences enhances result reliability. We analyzed the suitability of matK, rbcL, and psbA sequences for Thymus identification, observing rbcL and psbA outperforming matK. Our novel approach, rooted in chloroplast DNA, presents a promising method for species discernment. By analyzing multiple chloroplast gene regions, this technique offers a fresh perspective on genetic affinity assessment using DNA barcodes. In conclusion, this study not only contributes to Thymus germplasm resource preservation but also exemplifies a novel approach to discerning Thymus species through DNA analysis. This methodology carries the potential for broader application, enriching our understanding of genetic relationships and diversity in the plant kingdom.

Power electronics stand as the cornerstone of our electrified world, and versatile DC-DC converters are a key component of this technology. In this comprehensive analysis, we investigate deeply the realm of DC-DC converters, examining their pivotal role in modern power systems. From the evolution of converter topologies to their wide-ranging applications, we explore the advancements that propel this field forward. Whether maintaining continuous power in portable devices or facilitating renewable energy integration, DC-DC converters are the fundamental components. Yet, they face formidable challenges, from complex control strategies to voltage stress management. This study reveals the complex configuration of DC-DC converters, detailing a narrative of adaptability, resilience, and innovation in response to the increasing energy demands of our time.

Analgesics are one of the most widely used drug groups in the world. Since the genotoxic and carcinogenic effects of some analgesic drugs have been detected, studies investigating these effects have increased. In this study, the genotoxic effects of the analgesic drugs Tenoxicam and Piroxicam were investigated in vitro in human peripheral lymphocytes by chromosomal aberrations (CAs) and micronucleus (MN) assays. In addition, mitotic index (MI) and nuclear division index (NDI) values were also determined. As a result, no difference in chromosomal abnormalities was observed in both 24 and 48 hours of Piroxicam treatment. Micronucleus frequency was increased at the three highest concentrations (0.94, 1.88 and 3.75 µg/mL) compared to the control. Piroxicam significantly decreased MI compared to both control and solvent control at concentrations of 1.88 and 3.75 µg/mL at all exposure times. Tenoxicam showed a statistically significant increase at the highest concentration (10 μg/mL) compared to the control in the 24 h CA treatment. On the other hand, no effect was observed in 48-hour CA treatment. It was concluded that tenoxicam did not cause a toxic effect at any concentration except the highest concentration (10 μg/mL) in the MN assay results. Mitotic index (MI) significantly decreased at concentrations of 1.25, 2.5, 5 and 10 μg/mL. Nuclear division index (NDI) results did not change for both agents. In conclusion, both agents were found to be genotoxic only at high concentrations and the effect was weak. This study is pioneering as there have been no previous in vitro studies in human peripheral lymphocytes for both Piroxicam and Tenoxicam. These results need to be supported by different cell groups and in vivo assays.

The location of the buildings in the residential area is very important in protecting or benefiting from sunlight. The dynamic structure of the sun, which constantly changes according to time and seasons, directly affects the building's architecture and urban formation. Ignoring the sun's use of the structures during the construction of the buildings can cause significant disturbances to the residents. Daylight strategies, which are also influenced by climate, depend on the availability of natural light, determined by the latitude of the building site and the instantaneous conditions around the building. High latitudes have different summer and winter conditions, with lower daylight levels in winter. At these latitudes, designers often aim to maximize daylight penetration in buildings. In the tropics, where daylight levels are high throughout the year, the design emphasis is often on preventing overheating by limiting the amount of sunlight entering the building. Daylight availability depends not only on latitude, but also on the orientation of a building, and each facade and material of the building requires a different design importance. Therefore, daylight and architectural design strategies are two inseparable phenomena. In this respect, examining traditional architecture and successful natural lighting designs in the past is very useful for understanding climate-balanced building design. For this purpose, determining the roof slope according to the sun angle in architectural structures by calculating according to the location provides efficiency in many issues from energy efficiency to human health.

When the export values of ceramic sanitaryware in Türkiye are analyzed, it is seen that the data for the year 2022 of ~660 million dollars continues to increase. In the sector, which reaches an annual average increase of 100 million dollars, the amount of production as well as the design demands change and shape the market. The most important difficulty factors in design are due to the fact that the products in the sector have large sizes, complex shapes and the most human-made production stages. When these factors are compared with other ceramic sectors, it is revealed that although industrialization has increased in the production of ceramic sanitaryware, the lack of production amount and the excess of faults are among the biggest problems. Glaze faults are the leading faults observed in the final product, and since this problem is not recyclable, it harms the ceramic sanitaryware industry in terms of cost. In this study, the glaze faults reflected in the final glazed products originating from the casting shop stage, which attracts attention in this field due to its large size and whiteness and there is not much data for the vitreous ware industry in the literature, have been studied. In the study, which was carried out with the aim of detecting and eliminating some faults in industrial production and creating data for the literature, faults arising from mechanical evenings used in classical and pressure casting benches and material residues used in retouching processes were determined. These faults were produced on the basis of the laboratory and the characterization of the glazed faulty products was made. It is concluded that production losses can be reduced by eliminating these problems, consequently increasing quality and productivity.

This study aimed to determine HMF values and diastase activities of the strained honeys collected from various markets in Türkiye and to evaluate their suitability to Turkish Food Codex, Directive on Honey. The samples were obtained with original package and their shelf lifes were remarked by companies. A total of 90 honey samples, 45 were flower honey and 45 were honeydew honey, were analysed for HMF using High Performance Liquid Chromatography and for diastase activity using UV spectrophotometer. According to the results, it was observed that the 35.5% of flower honey samples and the 20% of honeydew honey samples were not fulfilled the HMF value and/or diastase activity standards of the Turkish Food Codex. The highest HMF value of the samples was 119.8 mg/kg, while the lowest diastase activity of samples was 0.9. Furthermore, 15 of 45 flower honey and 8 of 45 honeydew honey samples were in critical limits for the mentioned standards. In conclusion, in strained honey offered for consumption, either heat treatment that is applied during the production or increasing HMF value and decreasing diastase activity depending on storage temperature limit the product's shelf life. HMF in honey is known to be a potential risk for food safety and public health. Appropriate production and storage conditions for honey should be ensured until it reaches the consumer, and all quality criteria, especially HMF and diastase, should be targeted to comply with the Turkish Food Codex Directive on Honey, until the end of the shelf life. Thus, it will be possible to ensure food safety by protecting both public health and producer rights. In addition, raising consumers' awareness on the subject will enable the development of internal control at both manufacturers and markets.

The main purpose of this study is to investigate the microbial diversity of Actinobacteria, living in soils in the “Marmara” and “Avşa” Islands and to identify species at genus level based on 16S rRNA gene sequences. These islands are located in the southwest of the Sea of Marmara and in the literature review, no Actinobacteria biodiversity studies related to Marmara and Avşa Islands were found. Such unexplored ecological habitats are potentially rich source for discovery sources of novel species and bioactive molecule. Actinobacteria play an important role in many natural phenomena such as nitrogen fixation, roles of these prokaryotic microorganisms. In this article, we focused on the presence and the diversity of Actinobacteria on the Islands by examining multiple sampling sites and using different selective isolation media. A total of 400 culturable Actinobacteria were isolated using ten different isolation media by dilution-plating method. Among the 400 isolates, 112 isolates were selected according to their morphology in different culture media. The isolates were characterized on the basis of 16S ribosomal RNA gene sequencing and phylogenetic analysis. The results showed a high level of actinobacterial diversity with 16 different genera. These genera obtained as a result of phylogenetic analyzes are Streptomyces, Nonomuraea, Nocardia, Actinomadura, Micromonospora, Kribbella, Mycolicibacterium, Microbispora, Saccharopolyspora, Jiangella, Rhodococcus, Actinopolymorpha, Geodermatophilus, Dactylosporangium, Pseudonocardia and Nocardioides. Many isolates are identified as new species by our current research. Findings from this study showed that the soil of Marmara and Avşa Islands can be a good source of isolation for Actinobacteria.

The spread of the SARS-CoV-2 in many countries has led to multiple SARS-CoV-2 variants, and this makes accurate detection of SARS-CoV-2 difficult. The reverse transcription real-time polymerase chain reaction (RT-PCR) is a widely used gold-standard method to detect SARS-CoV-2, and accurate designing of primers and probes is crucial to prevent false negative results, especially with the rise of new dangerous variants. Therefore, it is significant to determine primers and probes targeting conserved regions in the genome sequence to diagnose many variants of SARS-CoV-2. In this paper, we propose a novel and efficient method for identifying PCR primers and probe sequences by evaluating sequences belonging to SARS-CoV-2 variant of concern and variants of interest. We propose 13 primer and probe sets by analyzing 54,524 sequences in Alpha variant, 25,465 sequences in Beta variant, 53,501 sequences in Gamma variant, 46,225 sequences in Delta variant, and 43,682 sequences in Omicron variant from GISAID. Furthermore, we analyzed 1,008 sequences in Lambda variant as well as 5,844 sequences in Mu variant to extract primer and probe sets from GISAID. The proposed primer and probe sets were validated in 406,757 new SARS-CoV-2 unique genomes collected from NCBI. In silico evaluation presented that the proposed set of primers and probes are found inside about 99% of SARS-CoV-2 genome sequences. Designed primers present a higher potential to detect the main SARS-CoV-2 recent variant of concerns and the variants of interests. The superiority of the proposed method is also highlighted by comparing the state-of-the-art PCR primer and probe sets based on the number of mismatches for various types of SARS-CoV-2 genomes.

In this study, the analysis of the understanding of space under the influence of light was made. The content of the study touched on the effect of light and space on human perception, both architecturally and computationally. The identity that the light adds to the space, the interaction of the material with the light, and the illusory properties of the light are explained. While examining these abstract concepts, the illumination area of the light was calculated with a computational application. The fact that light is one of the most effective elements used in space has revealed the necessity of designing form, material, and lighting together. It is understood that the effect of basic elements that make up space, such as form and material color, can be increased with angular lighting. It has been understood that if a textured surface is illuminated with a directional light, the visual effect of the surface will increase. However, it has been understood that a material with a smooth structure and a material with a rough structure cannot be illuminated with the same lighting method, and this visual effect will create negativity. For original lighting designs, it is necessary to make accented or homogeneous lighting according to the need, and it is possible to provide this with designed-planned lighting.

This study examines the mechanical performance of polylactic acid (PLA) matrix composites reinforced with Salvadora Persica (Miswak). With the increasing use of environmentally friendly materials, researchers are focusing on the production of biodegradable materials. However, incompatibility between PLA and filler materials used in PLA composites causes mechanical problems during production. This study deals with the production and characterization of PLA composites containing lignocellulosic and inorganic fillers using maleic anhydride grafted polylactic acid (PLA/g/MA) as a matrix. The aim of the research is to examine the mechanical specifications of Miswak powder reinforced PLA composites and to evaluate their suitability for practical applications. PLA was used as the matrix material and PLA/g/MA was used as the compatibilizer. Composites containing Miswak powder at different weight concentrations (5%, 10%, 15% and 20%) were characterized using scanning electron microscopy along with tensile and bending tests. The obtained results showed that different Miswak concentrations affect the mechanical specifications of the composites. Composites at 5% concentration demonstrated excellent interlayer adhesion and high mechanical strength, demonstrating favorable mechanical specifications. The findings show that Miswak powder is a potential filling material to improve the mechanical specifications of PLA composites and provide antimicrobial benefits. The results of this study shed light on the mechanical performance of Miswak reinforced PLA matrix composites, which are promising for 3D printing applications. In addition, it is stated that the materials used, such as natural filling materials, contribute to the development of sustainable and environmentally friendly materials by reducing the environmental impact.

Entrepreneurship has been at the focus of many scientists doing research in the field of social sciences. Studies have focused on entrepreneurial intention, entrepreneurial disposition and entrepreneurial behavior. Generally, empirical methods have been used in studies, but the neurophysiological, neuropsychological and psychoneuroendocrinological reasons behind the individual's entrepreneurship have been neglected. In short, genetic factors, hormones, behavioral genetic factors related to the individual's being an entrepreneur were not taken into account in the studies. However, with the use and development of neuroscience methods, tools and approaches in different fields, the opportunities offered by neuroscience in research on entrepreneurship in the field of Social Sciences have recently begun to be utilized. This has facilitated the neuroanatomical examination of entrepreneurial individuals. Entrepreneurship research focuses on the individual's family, environmental, social and educational interactions. In order for entrepreneurship to be understood in a multidimensional way, it is necessary to consider human behavior in terms of genetic transfers, hormones, behavioral genetics and the interactions of these factors with each other. For this reason, studies on the concepts of "entrepreneurship and neuroscience", "entrepreneurship and genetics", "entrepreneurship and biology" and "neuroentrepreneurship" gain importance. The aim of this study is to provide information about the neuroscience methods, tools and approaches used in entrepreneurship research, to make a detailed bibliometric analysis of the researches, to identify the trends and gaps related to the mentioned concepts and to bring them to the attention of researchers and to make suggestions about what should be done in future studies. Since a better understanding of entrepreneurial thought, intention and behavior will contribute to the development of entrepreneurship, mapping the studies in the literature in terms of the neuroanatomy of entrepreneurship and analyzing them within the scope of quantitative data makes the study unique. The study consists of five parts. In the first part of the study, studies carried out for a better understanding of entrepreneurship in terms of neurophysiology, hormones and genetics are given by making use of neuroscience methods, tools and approaches in the literature. In the second part, neuroscience tools, methods and approaches used in entrepreneurship research are explained. In the third part, the method of the research and in the fourth part, the bibliometric analysis findings are given. In the last part, the discussion and conclusion, the deficiencies identified in the field and recommendations for future studies are made. As the analysis unit, bibliometric data of different types of papers scanned in the Web of Science (WoS) database and published between 2006 and 2023 was taken as a basis. As a result of the research, 379 publications related to the words "entrepreneurship" and "neuroscience" were identified and the most studied 260 of them were neuroscience, neurology, 53 business economics and 47 mathematical computational biology. 346 publications on "entrepreneurship" and "genetics" have been identified and the most studied 146 of them are genetic inheritance, 44 are biochemistry, molecular biology and 35 are business economics. 183 publications on “entrepreneurship” and “biology” were found, 58 of which were studied the most, multidisciplinary sciences, 55 related to genetic inheritance and 44 of them related to business. Within the scope of the study, only 9 publications related to "neuroentrepreneurship", which are directly related to entrepreneurship and neuroscience, were identified in the Web of Science (WoS) database. In the last part, discussion and conclusion, what needs to be done in entrepreneurship research and suggestions are presented.

Copper phthalocyanine (CuPc) and its derivatives are considered as candidate materials in many applications. Particularly, easy and sensitive film-forming ability, commercial availability, chemical stability, and ease in tailoring its molecular structure make CuPc a versatile material. On the other hand, main challenge that Pcs often exhibit is their poor solubility in organic solvents. In this sense, this work involves designing of new CuPc derivatives by introducing suitable substitutions to improve the solubility in organic solvents. Specifically, [2,9,16,23-tetra{(4,5-Diphenyl-1H-imidazole)-2-yl-thio}phthalocyaninato-copper(II)] (1) and [2,9,16,23-tetra{(4,5-Diphenyl-1-methyl-1H-imidazole)-2-yl-thio}phthalocyaninato-copper(II)] (2) were prepared. The results show that compound 1 is soluble in tetrahydrofuran (THF), dimethylformamide (DMF), and dimethyl sulfoxide (DMSO), and compound 2 is soluble in chloroform, acetone, methanol, THF, DMF, and DMSO. Optical and spectroscopic properties of the synthesized compounds were also investigated, and it was determined that the energy bang gaps of compounds 1 and 2 are 1.70 eV and 1.56 eV, respectively. Strikingly, we demonstrate that compound 1 is exhibiting a rapid and reversible color change behavior upon altering pH in the entire pH spectrum. As it is known, materials that respond reversibly to chemical and/or physical stimuli in a controllable fashion are regarded as smart materials. Hence, we report that compound 1 is actually a smart material that can be used as a simple yet efficient pH sensor.

Etlik piliç yetiştiriciliği artan talep doğrultusunda giderek yaygınlaşan üretim kollarından biri haline gelmiştir. Kümes ortamında ortaya çıkan Karbondioksit, Amonyak, Hidrojen Sülfür gibi zararlı gazlar, atmosfer, kanatlı sağlığı ve dolayısıyla insan sağlığı açısından önemli etkilere sahiptir. Bu durum, etlik piliç yetiştiriciliğinde süreçlerinin hassas kontrolünü ön plana çıkarmaktadır. Bu çalışmada, etlik piliç üretimi yapan 2 katlı bir çiftliğe ait kümes içi ortam koşulları (sıcaklık, bağıl nem, karbondioksit ve amonyak,) 2 yetiştirme dönemi süresince sensörlerle okunmuştur. Daha sonra geliştirilen bir web server uygulaması ile uzak izleme sistemi oluşturulmuştur. 1. üretim döneminde kümes ortamının başlangıç sıcaklığı ortalama 34 °C, bağıl nem değerleri ise % 50 seviyelerinde gerçekleşmiştir. İlerleyen haftalarda sıcaklık değerinin kademeli olarak düştüğü ve üretim döneminin son günlerinde minumun sıcaklık değerinin 20 °C, bağıl nem değerinin ise %70 seviyelerine ulaştığı belirlenmiştir. 2. üretim dönemi süresince 9. günden itibaren yapılan ölçümlerde, ortalama sıcaklık değerinin 25 °C, bağıl nem değerleri ise % 50 seviyelerinde gerçekleşmiştir. İlerleyen haftalarda sıcaklık değerinin kademeli olarak düştüğü ve üretim döneminin son günlerinde minumun sıcaklık değerinin 14 °C, bağıl nem değerinin ise %70 seviyelerine ulaştığı belirlenmiştir. CO2 değeri ise 1. üretim döneminde her iki kat için genel olarak kabul edilebilir sınır değer olan 3000 ppm değerini sadece 1. katta 2-3 saat süre ile aştığı diğer zamanlarda kabul edilebilir sınırlar içerisinde olduğu görülmüştür. Ancak havaların soğumasıyla birlikte 2. üretim döneminde 10-15. günlerde civcivlerin zemin katta 12 saatten daha fazla süreyle 3000 ppm’in üzerinde CO2’e maruz kaldığı, 1. katta ise birkaç saat süre ile 5000 ppm seviyelerine kadar çıktığı görülmüştür. Her iki üretim dönemi için NH3 değerinin son hafta içerisinde artış gösterme eğiliminde olduğu ve bu artışın maksimum 8 ppm değerine ulaştığı belirlenmiştir.

Even though, it is thought that the pandemic has come to an end, the humanity is still under the danger of upcoming pandemics. In that sense, every effort to understand or predict the nature of an infectious disease is very precious since those efforts will provide experience for upcoming infectious disease epidemic/pandemic. Mathematical models provide a common way to analyze the nature of the pandemic. Apart from those mathematical models that mostly determine which variables should be used in the model to predict the nature of the epidemic and at which rate the disease will spread, deep learning models can also provide a fast and practical tool. Moreover, they can shed a light on which variables should be taken into account in the construction of a mathematical model. And also, deep learning methods give rapid results in the robust forecasting trends of the number of new patients that a country will deal with. In this work, a deep learning model that forecasts time series data using a long short-term memory (LSTM) network is used. The time series data used in this project is COVID-19 data taken from the Health Ministry of Republic of Türkiye. The weekend isolation and vaccination are not considered in the deep learning model. It is seen that even though the graph is consistent and similar to the graph of real number of patients, and LSTM is an effective tool to forecast new cases, those parameters, isolation and vaccination, must be taken into account in the construction of mathematical models and also in deep learning models as well.

In order to give detailed information about the characteristics of scientific studies related to the power of the test, a bibliometric analysis of studies in which the power of the tests used in statistical data analysis was determined with the aid of Monte Carlo simulation techniques was carried out. The Web of Science (WoS) database's 1309 scientific studies in which the power of the test was determined by using Monte Carlo simulation techniques served as the study's material of data. The analysis includes the number of studies by year, average citation count by year, the number of articles published in scientific journals, countries of responsible authors, and the most relevant words in the studies. It was observed that Communications in Statistics-Simulation and Computation and Journal of Statistical Computation and Simulation are the journals with the highest number of published articles. The United States of America (USA) takes the lead when considering the countries of corresponding authors, while Türkiye is in 8th place. The most used keywords in the ten-year time period of scientific studies were respectively “power”, “test”, “skewness”, “model” and “inference”. As a result, it can be concluded that test power studies can be obtained safely using the Monte Carlo simulation technique.

The aim of this study is to examine Darboux frames and some other geometric properties (geodesic curvatures, geodesic torsions, normal curvatures, Darboux derivative formulas, Darboux vectors, angles, etc.) of the spherical indicatrices on Lorentzian unit sphere S_1^2 and hyperbolic unit sphere H_0^2 of the spacelike Salkowski curve with spacelike binormal in Lorentzian 3-space E_1^3. In this context, new and interesting results have been obtained for this curve. Thus, relationships between the newly obtained curvatures and torsions and the curvature and torsion of the original curve are given. Moreover, the matrix relationship between the Darboux and Frenet frames of these indicatrices is shown. Finally, the Darboux vectors belong to the Darboux frames and the Darboux vectors belong to the Frenet frames of these curves are compared.

Akut solunum sıkıntısı sendromu (ARDS), ciddi hipoksemi, pulmoner ödem, pulmoner hücresel infiltrasyon ve yaygın alveoler hasar ile karakterize edilen ani solunum yetmezliğinin bir çeşit semptom kompleksidir. ARDS olan kritik hastalar, karaciğer fonksiyonunun bozulması açısından yüksek risk altındadır çünkü karaciğer, mediatörleri düzenleyen ve enflamatuar bozukluklar sırasında organ etkileşimlerini modüle eden önemli bir organdır. Bu nedenle ARDSli hastalarda karaciğeri koruyacak hepatoprotektif özellikte yeni ajanların belirlenmesine ihtiyaç vardır. Bu çalışmada, oleik asit kaynaklı akut akciğer hasarı sıçan modelinde Hispidulin'in potansiyel hepaprotektif aktivitesi, Fourier Dönüşümlü Kızılötesi Spektroskopisi ve denetimsiz örüntü tanıma yöntemleri kullanılarak biyokimyasal kompozisyon değişiklikleri açısından belirlenmiştir. Çalışmada erkek Sprague Dawley cinsi sıçanlardan I. Kontrol, II. ARDS, III. ARDS + Hispidulin olmak üzere 3 grup oluşturulmuştur. Kontrol grubu hariç diğer iki gruba 50μL Oleik asit intravenöz olarak verilmiştir. Grup III'teki hayvanlara Oleik asit enjeksiyonlarından bir saat önce 80 mg/kg intraperitoneal Hispidulin uygulanmıştır. Gruplar arasındaki bağıntıları ve biyomoleküler değişimleri belirlemek için elde edilen spektrumlara temel bileşen analizi (TBA) ve hiyerarşik kümele analizi (HCA) uygulandı. PCA skor ve HCA dendrogram grafiklerine göre, ARDS grubu %100 doğruluk, özgüllük ve duyarlılık değeri ile diğer iki gruptan ayrı bir yerde konumlanmıştır. PCA analizinde elde edilen yükleme grafikleri özellikle ARDS kaynaklı karaciğer protein, lipit, kollajen ve nükleit asit içeriğinde değişimlerin olduğunu, hispidulin önuygulamasının bu değişimlerin oluşmasını engellediğini, akut akciğer hasarında hepatoprotektif potansiyeli olduğunu göstermektedir.

Detecting plant disease is a complicated yet important task to enable sustainable production in agriculture. Especially, early and on-field disease detection provides an opportunity to producers to take necessary precautions before it causes dramatic losses. Corn is one of the most important agricultural products for many countries around the world. It constitutes the main nutrient intake for large populations. This study examines and analyzes the applicability of the pretrained models in corn disease detection. A number of well-known pretrained models including Xception, ResNet50, VGG16, EfficientNetB0, MobileNet and InceptionV3 have been employed for this purpose. SMOTE is employed to solve the imbalanced data and resulting bias problem, which is a common problem in plant disease dataset. The study results indicate that SMOTE provides a good solution to the imbalanced data problem and MobileNet, VGG16 and Xception can be used as base models to develop AI applications to detect corn diseases.

This study involved the preparation of lead oxide paste for use in the production of lead-acid batteries. The paste was applied to the positive plates, and its performance effects were tested on the battery. Morphological and surface area analyses were conducted using SEM and BET, respectively, after the performance tests. Two mixtures of lead oxide ratios, 25%Pb-75%PbO (sample A) and 30% Pb-70% PbO (sample B), were used. The dough was applied to positive grids and passed through the curing process. SEM images revealed that tribasic sulfate (3BS) structures had a higher charge acceptance rate than tetrabasic sulfate (4BS) structures. BET analyses showed that the surface area of the samples with A ratio was higher than that of B. Electrical tests were conducted in the laboratory, and the A sample was found to be 12% more effective in the first charging efficiency than the B sample. Sample A was also found to be 67% more efficient in charge acceptance tests and 6.5% more efficient in cycle tests. The study also showed that increasing the %Pb ratio in the product decreases the initial charge efficiency, charge acceptance, and cycle life. Finally, the response surface method was used to examine the 2D picture of the relationship between lead percentage and yield, and it was found that the highest yield was obtained at 26% lead yield, with the yield being inversely proportional to the increase in lead percentage, likely due to the effect of particle size and surface area.

In this study, design and characterization of a low-cost photo-acoustic setup is presented. Photo-acoustic effect is a very intriguing photo-thermo-acoustic effect having applications in a wide range from biomedical science to material characterization. The basic components of a photo-acoustic setup are a sound detector with or without an acoustic cell, a modulated light source preferably with enough power, and an absorbing object. One of the challenging problems is to couple the produced photo-acoustic waves into the detector and this problem was solved by using a commercial sound sensor module connected to a stethoscope. As a modulated light source simply a high power flashlight driven with an amplifier and MOSFET circuit was used. Both detection and light modulation were designed and operated to be via sound card input/output (I/O) of a computer and/or cell phone. Light power and frequency response of the system were presented and 523 Hz was determined as a resonance frequency of the system.

Dünyadaki hızlı nüfus artışı ve sanayileşmenin hızla ilerlemesi doğal kaynakların tüketilmesine, fosil yakıtların kullanılmasına ve çevre kirliliğine neden olmaktadır. Bu durum, atmosfere salınan sera gazı miktarının artmasını ve küresel ısınmayı beraberinde getirmektedir. Bu etkilerin azaltılması için salınan karbon miktarının düşürülmesi gerekmektedir. Bu kapsamda ülkesel, bölgesel, kurumsal ve bireysel farkındalıklar oluşturulmalı ve salınım miktarının düşürülmesi hedeflenmelidir. Bu çalışmada, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Devrek Meslek Yüksekokulunun karbon ayak izi İngiltere Çevre Gıda ve Köy İşleri Departmanı (DEFRA) kriterlerine göre hesaplanmıştır. Devrek Kampüsü’nün yakıt tüketimi (kömür ve doğalgaz), elektrik tüketimi, atıklar, personel araçları, öğrenci ve personel servislerinin cinsi, araçlarda kullanılan yatık tipi ve yakıt miktarları hesaplamalara dahil edilmiştir. Sonuç olarak, CO2 salınım miktarı 2022 yılı için 427,92 bin tCO2e olarak hesaplanmış ve en yüksek emisyon salınımının ısınma amaçlı kullanılan yakıtlardan (yaklaşık 284 bin tCO2e) ve personelin kullandıkları araçlardan (yaklaşık 77 bin tCO2e) kaynaklandığı, en düşük emisyon salınımının ise atıklardan kaynaklandığı tespit edilmiştir.

Tıp dünyasında önemli yere sahip olan antibiyotikler bakterilerin sebep olduğu enfeksiyon hastalıkların tedavisinde sıklıkla kullanılan bir grup ilaçtır. Yararlı etkilerin yanı sıra yan etkisiz değillerdir. Her zaman klinikte saptanamayan yan etkilere hücresel düzeyde saptanabilir. Hücresel düzeydeki hasarlar yeni bozukluklara yol açabilir. Seftriakson, üçüncü kuşak sefalosporinler grubuna ait antibiyotiktir. Gram negatif bakterilerin neden olduğu enfeksiyonların tedavisinde tercih edilir. Bu çalışmada, seftriakson antibiyotiğinin insan pankreas hücresinde (hTERT-HPNE) sitotoksisitesi araştırıldı. hTERT-HPNE hücreleri, seftriakson etken maddesi içeren ilaca maruz bırakıldı. Deney grubu konsantrasyonu, 0,097 mM, 0,195 mM, 0,390 mM, 0,781 mM, 1,562 mM, 3,125 mM, 6,25 mM, 12,5 mM aralığında hazırlanarak 24,48 ve 72 saatlik maruziyet süresine bırakılmıştır. MTT testi sonuçlarında doza bağlı hücre canlılığında düşüşler görülmüştür. Hücre canlılığında ilk azalma, 24 saatlik maruziyetten sonra 0,781 mM'lik bir konsantrasyonda ve 48 saatlik maruziyette 0,195 mM'lik konsantrasyonda gözlendi. 72 saatlik maruziyet süresinde ise uygulanan tüm konsantrasyonlarda hücre canlılığı azaldı. Seftriakson etken maddeli antibiyotiğin maruziyeti sonrasında hücrelerin morfolojilerinde değişim ve canlılığını kaybetmiş hücreler gözlemlenmiştir. Sonuç olarak seftriaksonun dozuna bağlı olarak hücre canlılığındaki azalmalar negatif kontrole kıyaslandığında istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (P<0,05). Deney sonucunda seftriaksonun hTERT-HPNE üzerinde sitotoksisiteye neden olduğu belirlenmiştir. Çalışmamız seftriakson etken maddeli antibiyotiğin insan pankreas hücreleri üzerinde sitotoksik etkileri olabileceği hipotezini desteklemekte ve antibiyotiklerin hücresel düzeyde yan etkilerine dikkat çekmektedir.

This study focused on the optimization using taguchi method to ınvestigate the effects of process parameters on the hardness of developed aluminium roofing sheets. Maximizing process variables like manufacturing temperature, manufacturing pressure, cooling time, and percentage of magnesium in aluminium, the Taguchi Method, a statistical method, was used to enhance the manufacturing quality of aluminium roofing sheets. Using an orthogonal array, a signal-to-noise ratio, and an analysis of variance, the effects of process variables on the hardness of the produced aluminium roofing sheets were examined. In this analysis, four factors; manufacturing temperature, manufacturing pressure, cooling time, and the precentage of magnesium in the aluminium roofing sheet were investigated. Thus, a suitable orthogonal array was selected, and experiments were conducted. Following the trial, the process parameters were evaluated, and the signal-to-noise ratio was calculated. The best parameter values were determined with the use of graphs, and confirmation trials were performed. The results showed that an aluminium roofing sheet's maximum hardness of 65.0kgf was obtained at a manufacturing temperature of 1250 °C, a manufacturing pressure of 65 GPa, a cooling period of 95 seconds, and a magnesium content of 0.5%. The most important influences on the hardness of aluminium roofing sheets was found to be the precentage of magnesium in aluminium roofing sheets followed by manufacturing pressure and manufacturing temperature. The cooling time was found to be the least efficient one. The obtained results in this study were used to improve the material property (hardness) of aluminum roofing sheet and investigate the effects of production factors in aluminum production industries.

The soft set theory developed by Molodtsov has been applied both theoretically and practically in many fields. It is a useful piece of mathematics for handling uncertainty. Numerous variations of soft set operations have been described and used since its introduction. In this paper, we define a new soft set operation, called complementary soft binary piecewise intersection operation, a unique soft set operation, and examine its basic algebraic properties. Additionally, we aim to contribute to the literature on soft sets by illuminating the relationships between this new soft set operation and other kinds of soft set operations by researching the distribution of this new soft set operation over other soft set operations. Moreover, we prove that the set of all the soft sets with a fixed parameter set together with the complementary soft binary piecewise intersection operation and the soft binary piecewise union operation is a zero-symmetric near-semiring and hemiring.

The aim of this research is to estimate the projected production times of the cable harnesses produced for the tender in a company operating in the aviation and defense industry in our country by artificial neural network. For this, artificial neural network model has been formed for the number of work order, the number of cable harness module, the number of cable harness pin, the number of cable harness label, the number of cable harness back shell, the number of cable harness heat shrink tube, and the number of cable harness terminal variables which may have an effect on the projected production times of cable harnesses for the tender. Multiple linear regression analysis method is used to compare the predictive power of this model and the most appropriate method for estimating the projected production time of cable harnesses for the tender is provided. The aim of the research is to determine the effect of cable harness connector type, cable harness label type and personnel competence level risk factors on the formation of faulty cable harnesses determined during the quality control and electrical testing steps in the production process using logistic regression analysis.

Henüz doğmamış buzağılardan elde edilen fötal buzağı serumu, buzağının acı çekmesine neden olmaktadır. Hayvanlara daha az acı çektirilmesi ve hayvan refahı gibi konularda süregelen tartışmalar neticesinde özellikle son yıllarda, in vitro embriyo ve hücre kültüründe fötal serum ikamelerinin kullanılma olanaklarına dair çok sayıda araştırma yapılmaktadır. Bununla birlikte serum içerisinde mevcut olan ve konsatrasyonu tam olarak belirlenemeyen moleküllerin hücresel işlevler üzerine etkilerinden dolayı özellikle tekli moleküler yolakların araştırıldığı çalışmalarda serum kullanımı bazı çakışmalara neden olabilmektedir. Bu amaçla, serum ikamelerinin kullanım olanaklarının araştırıldığı bu çalışmada, in vitro matürasyon için knockout serumTM kullanımının ilk bölünme ve blastosiste kadar gelişen embriyo sayısının önemli oranda artırdığı tespit edilmiştir. Bununla birlikte sentetik serum ikamesi ve serum ikamesi 2 kullanımının ise elde edilen embriyo sayılarını bir miktar düşürdüğü belirlenmiştir.

Bu çalışma ülkemize ait yerli Gerze tavuklarının yumurta ağırlığı ve yumurta şekil indeksinde yaşa bağlı meydana gelen değişimleri ortaya koymaktadır. Bu amaçla on sekiz haftalık yaşta 120 yerli Gerze tavuğu kümese yerleştirilerek aydınlatma başlatılmıştır. İlk yumurtlamanın gerçekleştiği 22 hafta ile üretim dönemi sonu olarak değerlendirilen 52 haftalık yaş döneminde üretilen tüm yumurtalarda ağırlık ve şekil indeksleri bireysel olarak belirlenmiştir. Bu dönemde toplam 6913 yumurta üretilmiştir. İlk hafta elde edilen yumurtaların ortalama ağırlığı 34,48 gram olarak tespit edilirken 52 haftalık yaşta elde edilen yumurtaların ağırlığı 52,58 grama yükselmiştir. Üretim dönemi boyunca ortalama yumurta ağırlığı 48,32 gram olarak gerçekleşmiştir. Ortalama yumurta eni 39,74 mm olarak hesaplanırken, yumurta boyu 53,76 mm olarak hesaplanmıştır. Gerze tavuklarında ortalama şekil indeksi 74,05 olarak belirlenmiştir.

Currently, electrical energy tariffs are a crucial factor in the electricity market, as they significantly impact the decisions made by end users. They play a vital role in the effectiveness of energy management systems (EMS). Tariffs are not solely considered a fixed component of expenditure calculations. Instead, they are indirectly linked to the costs of power generation, electricity transmission, and electricity distribution, as well as other determinants such as government taxation. In certain regions, improper tariff calculation methodologies have resulted in substantial power losses, superluous investments, increased operating costs, and environmental pollution because of the underutilization of available renewable energy sources. This study examined the electrical energy consumption values and characteristics of an integrated textile factory. Additionally, analyses were conducted on the electricity tariffs published by the Energy Market Regulatory Authority (EMRA) Electricity Energy Market management, in order to decrease the electrical energy consumption costs of the textile factory. Based on the findings of the analyses, suggestions were put forward for regulating the electrical energy consumption characteristics and reducing the electrical energy consumption costs.

This study focused on the development of land fill gas for power generation in Sub-Saharan Africa. In rapidly expanding cities in developing and emerging nations, it has been observed that municipal solid waste (MSW) has increased dramatically, raising public concern about the effects on the environment and public health. In Sub-Saharan Africa today, the garbage of people within this region especially in Nigeria is carelessly disposed. Environmental pollution and its effects on people's quality of life have become more sensitive topics among residents and decision-makers in Sub-Saharan Africa. Additionally, municipal solid waste management (MSWM) is becoming a more important topic on the local political agenda. Local decision-makers routinely debate whether to invest in waste-to-energy technologies as part of their effort to modernize waste management systems. Waste-to-Energy technologies are being promoted more and more as an alluring solution to a number of problems, including the urgent issue of waste disposal. These issues include inadequate power production, a shortage of landfill space, and greenhouse gas emissions from improper waste management. As an alternative to waste burning and composting, landfilling is one of the municipal solid waste (MSW) disposal techniques that are most frequently used. Due to its financial benefits, the sanitary landfill method is still often employed in various nations for the final disposal of solid waste. Landfill gas (LFG) is mostly produced by the anaerobic breakdown of the biodegradable component of municipal solid waste (MSW), specifically kitchen and yard trash, which is disposed of in landfills. Due to the anaerobic breakdown of the organic portion of solid waste, landfill gas is continuously produced. As a result, if an extraction system is not constructed in a landfill, there will be an overpressure that will force the biogas to be released into the atmosphere, which will have an adverse effect on the environment. Methane and carbon dioxide make up the majority of the gases that make up landfill gas, which is a mixture of other gases. Many landfill sites include an operational gas collection system that draws gas from both horizontal and vertical gas wells using a blower. The gas from the landfill was thought to only include carbon dioxide and methane. Methane's typical volume composition is 49%, hence it was believed that carbon dioxide would have a volume composition of 51%. Reviewing the information gathered by numerous studies regarding the volume of waste being dumped in landfills reveals that the waste produced in sub-Saharan Africa is sufficient to power the area with electricity. It was discovered that the quantity of electricity generated will fluctuate over time based on the flow rate of landfill gas. It will initially rise until a peak is attained. A million tons of landfill waste typically emits 434,000 cubic feet of LFG each day, which is sufficient to generate 0.80 MW of power. About 70% of LFG projects use internal combustion engines, gas turbines, and micro-turbines to produce power.

This study investigates the temperature-dependent debonding properties of 316 Stainless Steel (SS), Inconel 625, and Ti-6Al-4V alloys in additive manufacturing using the finite element method. The analysis reveals notable relations between in mechanical properties and debonding resistance among these materials. Inconel 625 demonstrates superior performance at elevated temperatures, while SS and Ti-6Al-4V alloys show earlier degradation. Regarding debonding resistance, Inconel 625 performs comparably to SS and Ti-6Al-4V alloys, with Ti-6Al-4V exhibiting consistent resistance below 500 °C. SS, however, experiences a rapid loss of debonding resistance at lower temperatures. These findings provide valuable insights for material selection and design optimization in additive manufacturing. Further research can expand our understanding of these materials' behavior under different temperature regimes using the finite element method, enhancing their application potential.

The geographical conditions of Azerbaijan have provided a favorable environment for planting all kinds of agricultural products. Therefore, in recent years, paying attention to the potential of biomass resources has been the subject of increasing research and discussions in this country. This study aimed to estimate the amount of biomass energy that can be acquired from agricultural residues in Azerbaijan. The energy potential of the residues was obtained by considering the calorific value and amount of available residues. For the year 2021, the total amount of available agricultural residues for the ten studied products was estimated at 1,099,346 tons. Cotton and barley had the highest amounts of waste with 47% and 14.47%, respectively. Also, the total heating value of residues was obtained 19610.4566 GJ. Therefore, according to the obtained results, part of the country's energy consumption can be supplied in this way.

Three-dimensional (3D) printing is a rapidly evolving manufacturing technology that enables the production of intricate, customizable parts with a wide range of applications. The quality and mechanical properties of printed parts are heavily influenced by the process parameters, such as nozzle size. This study presents a comprehensive investigation of the effect of nozzle diameter on the tensile strength of 3D-printed polylactic acid (PLA) parts, focusing on six nozzle sizes: 0.3, 0.4, 0.5, 0.6, 0.7, and 0.8 mm. PLA, a commonly used thermoplastic in 3D printing, was employed as the material of choice. Using an open-source Fused Filament Fabrication (FFF) 3D printer, dog bone-shaped specimens were printed according to the ASTM D638-Type IV standard for tensile testing. The results reveal a strong correlation between nozzle size and tensile strength, with smaller nozzles producing parts with higher tensile strength due to finer layers and improved interlayer adhesion. However, the trade-off between tensile strength and printing time associated with smaller nozzle sizes must be considered when optimizing the 3D printing process for specific applications. This study provides essential insights into the influence of nozzle diameter on tensile strength, offering valuable guidance for achieving desired mechanical properties in 3D-printed parts.

Paketli gıda üretiminde makinelerden kaynaklı tehlikelerin tespitinin gerekliliği; karar vericilerin subjektif yaklaşımlarına karşı belirsizliklerin giderilmesi, tehlikelerden kaynaklı risklerin önceliklendirilmesi ve akabinde düzeltici faaliyetlerin sıralanması açısından çok kriterli karar verme problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu çalışmada karşımıza çıkan ana araştırma sorusu, karar verici uzman ekibin tercihleri de dahil olmak üzere nicel ve nitel karar kriterlerine dayalı olarak gıda üretim faaliyetlerinde makineler ile ilgili alınacak güvenlik önlemlerini sıralamak için bir yönteme gerek olup olmadığıdır. Bu çalışma uygulama alanına ait mesleki tehlikelerin değerlendirilmesi ve bu tehlikeler sonucunda alınacak güvenlik önlemlerinin önceliklendirilmesi olmak üzere iki aşamadan oluşmaktadır. Birinci aşamada, kriterlere ait faktör ağırlıkları Bulanık DEMATEL (Karar Verme Deneme ve Değerlendirme Laboratuvarı) ile hesaplanmıştır. İkinci aşamada elde edilen ağırlıklar kullanılarak Bulanık CODAS (Birleştirilebilir Uzaklık Esaslı Değerlendirme veya Birleştirilebilir Mesafe Tabanlı Değerlendirme) ile mesleki tehlikeler ve tehlikelerden kaynaklı riskler önceliklendirilmiştir. Böylece gerçekleştirilmesi gereken düzeltici ve önleyici faaliyetlerin iş planının sağlıklı bir şekilde oluşturulması sağlanmıştır. İş sağlığı ve güvenliği yönetim sisteminin işletilebilirliğini güçlendiren bir yaklaşım olarak risk ve önlemler birlikte analiz edilmiştir. Önerilen uygulama modeli gıda üretim sanayinde faaliyet gösteren bir fabrikada uygulanmış, en önemli ilk üç risk kaynağından ilki “Paketleme Makinesine ait Koruyucuların Manipülasyona Uğraması’ olarak saptanmıştır. Bunu takip eden tüm alt kriterlerin bir arada değerlendirilmesiyle sırasıyla ‘Makine Operatörlük Eğitimi Bulunmayan Kişilerin Makineye Müdahalesi ve Paketleme Makinesinin Tehlikeli Bölgesine El ile Müdahalede Bulunması’’ olarak belirlenmiştir. Elde edilen bu veriler gıda sektöründe makine kullanımı noktasında operatörlük iş kolunun öneminin, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ile iş kazalarının önlenmesi açısından etkin bir faktör olduğunu ortaya koymaktadır.

Açık veri herhangi bir kişi/kurum tarafından ücretsiz olarak erişilebilecek, yeniden kullanılabilecek ve dağıtılabilecek veridir. Bilimsel araştırmaların sayısının ve kalitesinin artması için kamu kurum ve kuruluşlarının sahip olduğu büyük veriyi halka açık hale getirmesi kritik öneme sahiptir. Bu çalışmada açık veri kaynağı kullanılarak elde edilecek verinin analiz edilmesi ve blokzincir altyapısı ile tutulması konuları ele alınmaktadır. Ankara Büyükşehir Belediyesinin 2022 yılında dünyaya açmış olduğu Şeffaf Ankara portalinde yer alan yol, yapı, su kanalizasyon onarım bakım konumsal verilerinin toplanması, sınıflandırılması ve güvenli bir şekilde tüm taraflardan alınan verilerin raporlanması çalışması gerçekleştirilmiştir. Aynı zamanda, bu platformdan alınan verilerin sosyal medya paylaşımları yapılabilmesi için yapılandırılmış bir hale getirilmesi, belirlenecek aralıklarla paylaşım yapılabilmesi altyapısı oluşturulmuştur. Bu altyapı blokzincir teknolojisi kullanılarak kurulmuş, böylelikle sistemin güvenliği ve veri manipülasyonunun önüne geçilmesi sağlanmıştır. Bu yapının sağlıklı bir şekilde kurulmasının yanında, hem Ethereum hem Hyperledger kullanılarak iki farklı altyapı sağlayıcısının sunmuş olduğu özellikler kullanılarak alternatif iki sistem elde edilmiş, böylelikle bu iki farklı altyapı sağlayıcısından elde edilen sonuçlar ile performans karşılaştırmaları yapılmıştır. Hyperledger’ın saniyelik işlem kapasitesinde Ethereum’a göre 6 kat fazla kapasiteye sahip olduğu, yine Hyperledger’ın Ethereum’a göre %33 daha az gecikme süresi ile işlem yapılabilmesine imkân sağladığı deneyimlenmiştir. İleride benzer uygulama geliştirmek isteyenler için karşılaştırmalı, somut analizler elde edilmiştir.

The various procedures are used in the literature for defining battery parameter change such as direct measurement methods, model-based methods, and data-driven methods, which contain the algorithms used in this paper also. The main aim of this study is to present a powerful and highly correct way of parameter forecasting of the A123 Systems 26650 cylindrical type Li-FePO4 battery cell. A few of the goal of this paper is to show the guessing performance of the artificial bee colony algorithm, which has a very limited number of applications on the battery parameter of literature, under the non-periodic dynamic charge/ discharge current profile. Then, a comparison has been made between artificial bee colony, artificial neural networks, support vector machine, and decision tree algorithms used in the paper. The load-connected terminal voltage is defined by considering the 100%-60% state of charge range in the primary usage areas of the batteries. A statistical comparison has been made by considering the absolute errors, squared errors, and the regression values information regarding the results presented by the methods. Consequently, the regression values that give information about the consistency of the confidence interval and results, of the bee colony, neural network, support vector, and decision tree methods have been determined as 99.92%, 99.75%, 96.00% and 95.79%, respectively. Moreover, mean squared errors of the methods has been calculated as 0.00202%, 0.00648%, 0.00998%, and 0.11%, respectively. As a new generation algorithm, artificial bee colony, which gave the most successful results according to the results obtained in the study, has been compared with two different methods selected from the existing literature, eXtreme Gradient Boosting and Smoothed eXtreme Gradient Boosting.

Aluminium products are widely used in the automotive industry. One of the important aluminium products in the automotive is wheel production. Turkish wheel production is expected to reach 360000 tons in 2025. The wheels are produced by Low-Pressure Die Casting at the first stage and the machining process in CNC machines is used to create the final form. A significant amount of machining waste (swarf, turnings, and chips) is created during the machining and the importance of secondary aluminium has been increasing due to environmental and economic concerns. This study focuses on the recycling of AlSi7Mg0.3 cast alloy machining waste. The turnings were sorted into two size fractions and remelted separately under a salt flux in a resistance heating furnace. Two different salt mixtures with different melting points and different salt factors were studied in this work. Metal yield and coagulation yield after remelting were discussed.

Bu çalışma, suoku (Sagittaria sagittifolia L.) bitkisini doğal yetişme ortam (su ve çamur) özelliklerinin mevsimsel değişimlerini belirlemek amacıyla yapılmıştır. Bu amaçla öncelikle bitkinin doğal olarak Gölbaba Gölü’nde yetiştiği tespit edilmiş ve analiz için gerekli örnekler 2022 yılında Haziran, Ağustos ve Eylül aylarında 3 tekerrürlü olacak şekilde bu gölden alınmıştır. Su örneklerinde pH, İletkenlik (dS/m), Karbonat (mg/l), Bikarbonat (mg/l), Klor (mg/l), Sülfat (mg/l), Nitrat (mg/l), Nitrit (mg/l), Amonyum (mg/l), Magnezyum (mg/l), Potasyum (mg/l), Sodyum (mg/l), Kalsiyum (mg/l), Sodyum Adsorpsiyon Oranı (SAR), Sertlik ve Tuzluluk gibi parametreler incelenmiştir. Toprak örneklerinde ise pH, İletkenlik (dS/m), Organik Madde (%), Fosfor (kg/da), Magnezyum (mg/l), Potasyum (kg/da), Sodyum (mg/l), Kalsiyum (mg/l), Kireç (%) ve Saturasyon (Bünye) gibi parametreler incelenmiştir. Araştırma sonucunda göl suyunun; Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliği’ ne göre yüksek tuzlu orta sodyumlu su kalitesinde, göl toprağının; ağır bünyeli, tuzsuz, orta kireçli ve hafif alkali nitelikte olduğu belirlenmiştir. Hem su hem de toprak örneklerinde incelenen bütün parametre değerlerinin örnek alınma zamanına göre değiştiği tespit edilmiştir.

Bu çalışmada, sıcak pres yöntemi ile üretilmiş CETP (Cam elyaf takviyeli polimerler) kompozit panellerin eğilme performansları araştırılmıştır. Bu amaçla cam elyaf ve reçine ile hazırlanmış kompozit plakalar belli bir sıcaklık ve basınç altında preslenerek panellere çevrilmiştir. Üretilen paneller değişken yükler altında çalışan malzemeler olması nedeni ile eğilme testine tabi tutulmuştur. Panellerden 14×150×6 mm3 ebatlarında numuneler alınarak üç nokta eğilme testi uygulamıştır. Deneyin doğrulanması ve gerilme dağılımının görsel olarak incelenebilmesi amacıyla sonlu elemanlar analizi (SEA) yapılmıştır. Çalışma sonunda deneysel ve teorik sonuçlar karşılaştırılmış ve uygulanan yüklerin etkileri tartışılmıştır. Deneylerde en yüksek eğilme gerilmesi 150.39 MPa, SE analizinde ise 164.31 MPa şeklinde gerçekleşmiştir. Malzemenin hasar öncesi deplasmanı deney ve SEA için sırasıyla 4.92 mm ve 5.46 mm’dir. Deney ve SEA sonuçlarının birbirine yakın sonuçlar verdiği görülmüştür. Elde edilen sonuçlar CETP kompozit malzemelerin farklı alanlarda kullanımı öncesi boyut ve mekanik özelliklerin belirlenmesi çalışmalarına destek olacak niteliktedir.

National parks are at the forefront where city people can satisfy their longing for nature. While the increase in the demands for green and soul has caused some questions for these areas, it has also prepared the ground for local governments to take protective-preventive measures. Yozgat Çamlık National Park has the title of being the first national park of Türkiye and is characterized as a rare piece of nature. This study calculated the carrying capacities of the scenic cruise route and picnic roads, the most intensive-use areas of Yozgat Çamlık National Park. To make the calculations, the National Park was visited frequently between January and December 2021-2022, and the most intense usage points were determined. Photographs of the determined points were taken, and six simulation images were created. The visitors using the National Park were asked to score between 1-6 on the simulation images that they felt comfortable and uncomfortable within the simulation images created by a survey study. The National Park's Social Carrying Capacity and Social Norm levels were calculated according to the scoring status. When the findings are evaluated, the Social carrying capacity of the Picnic area is 524 people, the Social Norms level is nine people, the Social Capacity is 84 people on the Scenic cruise route, and the Social Norms level is determined as ten people.

In recent years, there has been a noticeable increase in the number of disasters caused by the effects of global climate change. In this context, various studies are carried out in our country and in the world in order to reduce the effects of climate change. The classification of regions affected by climate change into similar classes in terms of climate parameters is important in terms of applying similar methods in studies to be carried out in these regions. Thus, a correct strategy will be determined in the studies to be carried out in order to reduce the effects of climate change. The observation records evaluated within the scope of the study were used from 31 stations in the Black Sea Region of the Turkish State Meteorological Service, covering the period between 1982 and 2020. Cluster analysis was carried out using the Fuzzy C-Means. As a result of the study, the optimum cluster among the clusters formed by Fuzzy C-Means was determined by Silhouette index analysis. The optimal number of clusters is suggested as 4.

Bu çalışmada, Marrubium astracanicum subsp. astracanicum’un anatomik, ekolojik ve tüy özelliklerinin taksonomik önemi belirlenmiştir. Anatomik incelemelerde, kök, gövde, petiyol ve yapraktan enine kesitler ve yaprakların alt ve üst yüzeylerinden yüzeysel kesitler alınmıştır. Anatomik bulgular incelendiğinde, taksonun sekonder kök yapısına ve dörtgen şekilli bir gövde yapısına sahip olduğu görülmüştür. Gövdenin köşelerinde belirgin lamellar kollenkima tabakasına rastlanmıştır. Takson, mezofil yapı bakımından bifasiyal yapraklara sahiptir. Yaprakların hem alt hemde üst yüzeylerinde anomositik stomalar görülmüştür. Stoma komşu hücrelerinin kenarları kıvrımlıdır. Bu taksonun vejetatif organları üzerinde yıldızsı, dendroid, marrubioid ve basit tüyleri, sap ve baş hücre sayıları farklı kapitat salgı tüyleri ve peltat salgı tüyleri gözlenmiştir. Toprak örnekleri taksonun çiçeklenme peryodunda alınmış, fiziksel ve kimyasal özellikleri tespit edilmiştir. Toprak örneklerinin fiziksel ve kimyasal analiz sonuçlarına göre, takson hafif asidik ve hafif bazik, orta derecede tuzlu ve çok tuzlu, orta derecede kireçli, zengin ve çok zengin organik madde içeren, azot bakımından orta ve azotça zengin, potasyum ve fosfor bakımından zengin, kumlu ve kumlu-tuzlu topraklarda yayılış göstermektedir. Kökteki periderma tabaka sayısı, gövdenin köşelerindeki kollenkima tabaka sayısı, korteksteki kollenkima, parankima ve sklerenkima tabaka sayısı, gövde de kristallerin oluşu, stoma komşu hücrelerinin marjin yapısı, mezofil yapısı, petiyolün uç kısımlarının düz ve kıvrık olması, petiyoldeki kollenkima ve parankima tabaka sayısı, vejetatif organlar üzerindeki yıldızsı tüylerin yoğunluğu, kapitat ve peltat salgı tüylerinin varlığı, tipi ve yoğun olup olamaması, dendroid tüylerinin olması ve yoğunluğu taksonun ayırt edilmesinde önemli anatomik karakterler olarak belirlenmiştir.

Hispidulin çeşitli farmakolojik özelliklere sahip olmasından dolayı uzun süredir kanser araştırmalarında kullanılmaktadır ancak bu maddenin sağlıklı hücrelerde sitotoksik etkisiyle ilgili sınırlı sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmada ilk defa, hispidulin geniş doz aralığında (0-800 μM) sağlıklı hücre hatları ile denendi ve kulanımının güvenliği MTT ve Akım sitometrisi analizleriyle değerlendirildi. Bu amaçla, İnsan akciğer fibroblastı (MRC-5), Sıçan Primer Akciğer Fibroblastı (RA-6013) ve Sıçan Primer Trakeal Fibroblastı (RA-6217) hücreleri 48 saat boyunca hispidulinle muamele edildi. Hispidulin, düşük dozlarda hücre canlılığı üzerinde önemli etkiler göstermedi ancak özellikle 400 ve 800 μM dozlarında hücrelerin canlılığında istatistiksel anlamda ciddi bir azalmaya neden oldu. Hispidulinin IC50 değeri, MRC-5 hücreleri için 563.63 µM, RA-6013 hücrelerinde 194.30 µM ve RA-6217 hücrelerinde ise 311.98 µM olarak belirlendi. Ayrıca 800 μM hispidulin, tüm sağlıklı hücreler üzerinde güçlü apoptotik ve nekrotik etki gösterdi. Sonuçlarımız, hispidulinin düşük dozlarda (0-200 μM) sağlıklı hücrelerde antisitotoksik nitelikte olduğunu ve gelecekteki kanser ve solunum yolu hastalıkları tedavisi için güvenilir doğal bir bileşik olma potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir.

İnsansız hava araçları(İHA) son yıllarda popülerliği artan hava araçları olarak endüstriyel ve bilimsel çevrede dikkatleri üzerine çekmektedir. İHA’lar üzerinde bulundurduğu rotor sayısına göre isimlendirilir. Bu çalışmada döner kanat kategorisinde ve sekiz rotora sahip bir octorotor incelenmiştir. Çalışma kapsamında octorotor kol uzunlukları değiştirilerek(uzatılarak ya da kısaltılarak) başkalaşım uygulanmıştır. Başkalaşım, İHA’larda son yıllarda uçuş üzerine olan etkisinin incelenmesi konusunda araştırmacılar tarafından tercih edilen yöntem olmuştur. Başkalaşım döner kanatlı İHA’larda en yaygın olarak kol uzunluklarının eşzamanlı ya da eş zamanlı olmayan bir şekilde değiştirilmesi ile gerçekleştirilmektedir. Başkalaşımın boylamasına uçuşa olan etkisi yükselme zamanı, yerleşme zamanı ve aşım gibi parametreler kontrol edilerek incelenmiştir. Octorotor tam modeli ve başkalaşım durumuna ait dört adet modeli Solidworks çizim programında gerçeğine uygun olarak çizilmiştir. Ardından buradan elde edilen kütle ve eylemsizlik momenti değerleri ile durum uzay modeli yaklaşımı kullanılarak Matlab/Simulink ortamında 1ᵒ’lik yörüngeyi izleyen boylamasına uçuş simülasyonları oransal-integral-türev (PID) kontrol algoritması ile gerçekleştirilmiştir. Octorotor matematiksel modeli için Newton Euler yöntemi kullanılmıştır. Bu yöntemde doğrusal olmayan yapıya sahip hareket denklemleri doğrusal denklemlere dönüştürülmüştür. Simülasyonlarda verilen yörünge başarılı bir şekilde izlenmiş ve tasarım performans kriterlerine göre değerlendirmeler yapılmıştır.

Günümüzde, artan enerji maliyetleri nedeniyle elektrik enerjisi ihtiyaçlarının ucuz ve temiz kaynaklardan karşılanması büyük önem arz etmektedir. Gelişen teknoloji ile birlikte, tüketiciler için oldukça yüksek maliyet oluşturan enerji giderlerinin temiz ve ucuz enerji kaynaklarından elde edilmesi gerekmektedir. Bu nedenlerle elektrik enerjisi üretiminde fotovoltaik enerji sistemlerinin kullanılması oldukça yaygınlaşmıştır. Güneş panellerindeki yarı iletken teknolojisinin gelişmesi ile birlikte, ucuz maliyetli ve kurulum masraflarını daha kısa sürede amorti edebilecek verimli sistemler oluşturulmaktadır. Fosil yakıtlar kullanılarak üretilen elektrik enerjisindeki birim maliyet fiyatlarının çok yüksek olması ve çevreye verdiği ilave zararlar da göz önünde bulundurulduğunda, enerjinin bu tür kaynaklardan elde edilmesi durumu sürdürülebilir olmaktan uzaklaşmıştır. Bu çalışmada, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi’ne ait Farabi yerleşkesinin elektrik enerjisi tüketim miktarları belirlenmiştir. Bu enerji ihtiyacının karşılanmasında çevreye zarar vermeyen, kısa süre içerisinde kurulum masraflarını karşılayabilen, uzun ömürlü ve yeni teknolojik teçhizatlar ile enerji üretebilen fotovoltaik enerji sistemlerinin kurulumu hedeflenmiştir. Bu kapsamda yerleşke binalarındaki çatılarının kullanılması amaçlanarak mevcut kanun ve yönetmelikler göz önünde bulundurulmuş ve çatı tipi fotovoltaik enerji sistemleri tasarlanmıştır. PV-SOL benzetim programı kullanılarak tasarlanan enerji sisteminin teçhizat seçimi gerçekleştirilmiştir. Çalışma sonucunda Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Farabi yerleşkesinde yer alan 14 adet binanın çatısına toplam 1.917.44 kWp kurulu güce sahip fotovoltaik enerji tesisinin kurulmasının uygun olacağı tespit edilmiştir. Kurulan bu tesislerden yıllık 2.354.885 kWh gücünde elektrik enerjisi üretilebileceği gösterilmiştir.

Ülkemizde ve Dünya’da endüstriyel üretimler sonucu meydana gelen atık maddelerin depolanarak bertaraf edilmesinden ziyade yan ürün olarak değerlendirilmesi üzerine araştırmalar yapılmaktadır. Bu çalışmada, Zonguldak’ta faaliyet gösteren Eren Enerji’ye ait ZETES I termik santralinden atık olarak ortaya çıkan uçucu kül (UK) ve Borcam Madencilikte üretim sonucunda meydana gelen silisli kum atığının (SKM) belirli oranlarda hazırlanan karışımlarının mukavemet özellikleri laboratuvar ortamında incelenmiştir. Çalışma kapsamında Silisli kum atığı malzemesi, kütlece %10, %20 ve %30 oranında uçucu kül ile karıştırılarak örnekler hazırlanmış ve bu örneklere, kıvam limit, kompaksiyon ve serbest (tek eksenli) basınç deneyleri yapılmıştır. Elde edilen sonuçlara göre, silisli kum atığı malzemesi için, likit limit, plastik limit ve plastisite indisi değerleri malzemenin CL düşük plastisiteli kil özellikli olduğu görülmektedir. Silisli kum atığına (SKM) uçucu kül (UK) ilavesi ile elde edilen karışımların ise tüm karışım oranlarında (%10, %20 ve %30) CI orta plastisiteli kil özellikte olduğu sonucuna varılmıştır. Ayrıca serbest (tek eksenli) basınç dayanımları deneyinde malzemeye uçucu kül ilavesi arttıkça serbest basınç dayanımının zamana bağlı olarak arttığı sonucuna ulaşılmıştır.

Yapı tasarımı sürecinde zemin sınıfının doğru olarak tespit edilmesi oldukça önemlidir. Yapı-zemin etkileşiminde binalara etkiyen deprem yüklerini belirleyen en önemli parametrelerden birisi zemin hakim periyodudur. Zemin hakim periyodu ise ortalama kayma dalgası hızı ile ilişkilidir. Birçok deprem yönetmeliğinde zemin sınıflarının belirlenmesinde kullanılan önemli parametrelerden birisinin ortalama kayma dalgası hızı olduğu görülmektedir. Ortalama kayma dalgası hızı ve buradan hareketle zemin hakim periyodunun belirlenmesi ile ilgili literatürde ve farklı deprem yönetmeliklerinde önerilen birçok bağıntı bulunmaktadır. Bu çalışmada ilk olarak literatürde hali hazırda kullanılan yaklaşık bağıntılar irdelenmiş ve kesin çözüm olarak nitelendirilebilecek çözümle karşılaştırılmıştır. Çalışmada kesin çözüm olarak zemin hakim periyodu esas alınmıştır. Kesin çözüm için literatürde yer alan değiştirilmiş sonlu elemanlar taşıma matrisi yöntemi kullanılmıştır. Ayrıca bu yöntemi doğrulamak için Transfer Function Tool programı kullanılarak transfer fonksiyonları elde edilerek zemin hakim periyotları bulunmuştur. İki yöntemle elde edilen kesin periyot değerlerinin birebir aynı olduğu görülmüştür. Bu kapsamda zemin hakim periyodunun hesaplanması için biri kesin çözüm olmak üzere 6 farklı yöntem belirlenmiştir. Çalışmanın ikinci aşamasında ise Edirne ili sınırlarında bulunan 10 farklı sahadan alınan zemin etütleri incelenmiştir. İncelenen zemin etüt sonuçlarından faydalanılarak bu sahalara ait zemin profilleri belirlenmiştir. Ardından belirlenen zemin profilleri kullanılarak literatürde önerilen bağıntıların performansları irdelenmiştir. Çalışma sonucunda deprem yönetmelikleri arasında kesin çözüme en yakın sonucun Japon Deprem Yönetmeliğinin önerdiği bağıntıda gerçekleştiği sonucuna varılmıştır.

Naringenin önemli terapötik (tedavi edici) etkileri olan flavonoid sınıfından bir flavanondur. Yurt dışında fazlaca çalışılmış bir bileşik olan naringenin ülkemizde çok fazla dikkat çekmemiş olduğu düşünülmektedir. Yaygın şekilde bitkilerde bulunan bu naringenin molekülüne dikkat çekmek için yeni bir yöntem olan moleküler baskılama yöntemi kullanılarak naringenin baskılanmış kriyojeller sentezlenmiştir. Elementel analiz, termogravimetrik analiz ve şişme testleri gibi karakterizasyon çalışmaları ile birlikte adsorpsiyon ve seçicilik testleri de gerçekleştirilmiştir. Elde edilen bulgulardan bazıları aşağıda özetlenmiştir: Naringenin baskılanmış polimerlerde bozunma sıcaklığı 1,7 °C kadar yükselmiştir. Naringenin baskılanmış polimerdeki naringenin miktarı baskılanmamışa oranla %16,36’lık oranda yüksek bulunmuştur. MIP ve NIP için şişme değerleri sırasıyla %850 %967 olarak hesaplanmıştır.